30 Ekim 2012 Salı
“BİZ YURDUN ÖZ SAHİBİ, EFENDİSİ, KÖYLÜYÜZ"*
Şebnem Atılgan’ın kaleme aldığı “Nahide - Yarım Kalan Mucize” isimli kitap, Nahide Kahraman’ın “Köy Enstitüleri bizim talih kuşumuzdu… Bizler de özgür birer güvercin…” cümleleriyle başlıyor. Bu cümlenin geçtiği kitabın başkahramanı Nahide Kahraman’dan başkası değil. Çok özel bir ‘kahramanlık’ bu… Tekil gibi görünen ama içinde yüzlerce başka kahramanı da barındıran bir kahramanlık! İşte o kahramanlar ki, hepsi Köy Enstitüleri’nin önce fedakar öğrencileri, sonra fedakar öğretmenleri oldular. Erzurum Pulur Köy Enstitüsü’nde eğitim gören Köy Öğretmeni Nahide Kahraman, hakkında yazılan “Yarım Kalan Mucize” adlı kitapta, Köy Enstitüleri’ni yeni kuşaklara anlatıyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 1919 yılında başlayan Kurtuluş Savaşı, İzmir’in düşman işgalinden kurtulmasıysa sonlanıyor. İşte o tarihten itibaren, Türkiye’nin ileri medeniyetler seviyesine ulaşması için birçok devrimi yaşama geçiyor. Atatürk, Türk ulusunun ve genç Cumhuriyetin ancak “eğitim” ile yüceleceğine inanıyor. Bu inanç doğrultusunda pek çok çalışma yapılıyor. Köy Enstitüleri de bu inancın bir parçası, hatta en büyük parçası…
20 Ekim 2012 Cumartesi
Köy Enstitüleri için yapılan görev filmi TOPRAĞIN ÇOCUKLARI
Köy enstitülü bir dedenin torunu yönetmen, köy enstitülü bir babanın oğlu yapımcı, eğitim gönüllüsü bir başrol oyuncusu… Toprağın Çocukları isimli bir film, köy enstitülerinden miras bir dayanışma ve imeceyle çekilen, son dönemin başarılı filmlerinden biri. Ali Adnan Özgür’ün yönetmenliğinde çekilen filme en büyük desteği koyanlardan biri de Erkan Can. Bu iki ismin yanına, başrol oyuncularından Bahtiyar Engin’i de katarak, köy enstitülerinin Türkiye’de bıraktığı izleri ve bu izleri anlatan filmlerini konuştuk.
Etiketler:
ali adnan özgür,
bahtiyar engin,
cumhuriyet,
eğitim,
erkan can,
hasan ali yücel,
ilk film,
ismail hakkı tonguç,
köy,
köy enstitüleri,
köy okulu,
öğretmen,
sinema,
toprağın çocukları
12 Ekim 2012 Cuma
YARIM KALAN BİR MUCİZE; KÖY ENSTİTÜLERİ
1930’lu yıllar, dünyadaki ekonomik bunalımın hızla tırmandığı, Dünyanın 1’inci Paylaşım Savaşı’nın yaralarını sarmaya çabaladığı, bunu başaramadan da dünya savaşlarının ikincisine doğru hızla yol aldığı, sancılı bir dönemdi. Savaş sonrası istikrarsızlık sorunları tüm dünyada egemendi ve 1929 Bunalımı, dünyadaki piyasa ekonomisini çökertmişti. Bundan olumsuz anlamda en çok etkilenen ise genç Türkiye Cumhuriyeti olmuştu.
29 Eylül 2012 Cumartesi
ATANAMAYAN ÖĞRETMENLERİN EKRANLARDAKİ MÜCADELECİ YÜZÜ: ALİ ERSAN DURU
Hayat Devam Ediyor adlı dizide canlandırdığı Berat Altındağ karakteri ile her platformda seslerini duyurmaya çabalayan atanamayan öğretmenlerin sorunlarını beyaz cama taşıyan Ali Ersan Duru; oynadığı karakter sayesinde, öğretmenlerin mücadelesiyle empati kurduğunu söylüyor. Kendi ailesinde de öğretmenler olduğunu belirten genç oyuncu, oynadığı dizinin topluma mesaj verme derdi olduğunu, dizideki önemli toplumsal sorunlardan birinin de kendisi aracılığıyla anlatıldığını belirtiyor.
1984 Ankara doğumlu olan Ali Ersan Duru, oyuncu olmak için ilk adımını 18 yaşındayken atar. Ailesinin, birçok tipik Ankaralı aile gibi kamu kurumlarında çalıştığı Duru, ailesinin bankacı olması beklentisiyle üniversiteye kaydolur. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Maliye Bölümü’nü bitirdiğinde, kendisine yapılan “Ankara’ya dön” çağrılarının aksine, kafasına koyduğu oyunculuk eğitimini almak için İstanbul’un yolunu tutar. Oyunculuk fikri aklına düşmüştür bir kere, kolay kolay da çıkacağa benzemiyordur. “Bu işi yapacaksam, önce eğitimini almalıyım” fikrini benimseyen Duru, İstanbul’a gelerek önce amatör tiyatro yapan çeşitli gruplarla birlikte çalışır, ardından da Stüdyo Oyuncuları’na katılır ve 3 yıl boyunca Şahika Tekand’dan oyunculuk dersleri alır. Bu sırada ailesini de bu fikre ikna etmiştir ve desteklerini almayı başarır. Oyunculuk dışında hiçbir şeyin kendisini mutlu etmeyeceğini ifade eden Ali Ersan Duru’nun yolu, bir arkadaşı sayesinde Mahzun Kırmızıgül ile kesişir ve tanınırlığını arttıran Hayat Devam Ediyor adlı televizyon dizisine başlar. Burada canlandırdığı Berat Altındağ karakteri, idealist bir öğretmen adayıdır. Eğitimini aldığı öğretmenlik mesleğini, atanamadığından dolayı yapamayan Berat, arkadaşlarıyla birlikte atanmaları için çeşitli yollarla mücadele etmektedir. Ali Ersan Duru da canlandırdığı karakter kadar idealist bir yapıya sahip. Oyunculuk mesleğinin, hiç bitmeyen bir öğrenme süreci olduğunu idrak eden Duru, bugünlere gelene kadar farklı sektörlerde birçok işte çalışmış. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu mesleği yaptığını ifade eden Duru, kendini geliştirmek için sürekli çalıştığının da altını çiziyor.
1984 Ankara doğumlu olan Ali Ersan Duru, oyuncu olmak için ilk adımını 18 yaşındayken atar. Ailesinin, birçok tipik Ankaralı aile gibi kamu kurumlarında çalıştığı Duru, ailesinin bankacı olması beklentisiyle üniversiteye kaydolur. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Maliye Bölümü’nü bitirdiğinde, kendisine yapılan “Ankara’ya dön” çağrılarının aksine, kafasına koyduğu oyunculuk eğitimini almak için İstanbul’un yolunu tutar. Oyunculuk fikri aklına düşmüştür bir kere, kolay kolay da çıkacağa benzemiyordur. “Bu işi yapacaksam, önce eğitimini almalıyım” fikrini benimseyen Duru, İstanbul’a gelerek önce amatör tiyatro yapan çeşitli gruplarla birlikte çalışır, ardından da Stüdyo Oyuncuları’na katılır ve 3 yıl boyunca Şahika Tekand’dan oyunculuk dersleri alır. Bu sırada ailesini de bu fikre ikna etmiştir ve desteklerini almayı başarır. Oyunculuk dışında hiçbir şeyin kendisini mutlu etmeyeceğini ifade eden Ali Ersan Duru’nun yolu, bir arkadaşı sayesinde Mahzun Kırmızıgül ile kesişir ve tanınırlığını arttıran Hayat Devam Ediyor adlı televizyon dizisine başlar. Burada canlandırdığı Berat Altındağ karakteri, idealist bir öğretmen adayıdır. Eğitimini aldığı öğretmenlik mesleğini, atanamadığından dolayı yapamayan Berat, arkadaşlarıyla birlikte atanmaları için çeşitli yollarla mücadele etmektedir. Ali Ersan Duru da canlandırdığı karakter kadar idealist bir yapıya sahip. Oyunculuk mesleğinin, hiç bitmeyen bir öğrenme süreci olduğunu idrak eden Duru, bugünlere gelene kadar farklı sektörlerde birçok işte çalışmış. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu mesleği yaptığını ifade eden Duru, kendini geliştirmek için sürekli çalıştığının da altını çiziyor.
Etiketler:
ali ersan duru,
atama,
hayat devam ediyor,
oyuncu,
öğretmen
14 Eylül 2012 Cuma
İYİ İNSANLARIN GÜZEL ATLARI
24 Ocak 2007 tarihinde yazılmıştır
Hani diyor ya usta; “o iyi
insanlar, o güzel atlara binip gittiler” diye. Gittiler mi sahiden? Dönmeyecekler
mi? Onlar giderken bizler, cenazeden cenazeye mi koşacağız böyle? Daha Hrant Dink’in
toprağı kurumadan, İsmail Cem’in ölüm haberi düştü sayfalara. Üstelik 14 yıldır
acısını bir nebze bile hafifletemediğimiz Uğur Mumcu’yu anarken. Biz sürekli
düşünen aydınlarımızı anarak ve onların cenazelerini kaldırarak mı olgunlaşacak
bir toplumuz? Yoksa giderek telafisi mümkün olmayan bir çıkmaza doğru mu
sürükleniyoruz? Yaşar Kemal haklı çıkıp da, iyi insanlar teker teker giderken;
seyretmek mi düşüyor bizlere? Bana sorarsanız, olanlardan bizler de sorumluyuz.
Tetikleri çektirenler ya da çekenler kadar, koruyamayanlar da sorumlu. Korumak
da sadece kolluk kuvvetlerinin işi değil zaten. Silkinme vakidir dostlar. Ayağa
kalkıp haykırma vaktidir. Miletlerin değil, onları yöneten devletlerin çıkar
çatışması olduğunu tüm yaşadıklarımızın, söyleme vaktidir.
25 Ağustos 2012 Cumartesi
RADYONUZDAN KULAKLARINIZA DAVETLİ MİSAFİR: CEYHUN YILMAZ
Türkiye’nin en çok dinlenen radyo programcılarından biri Ceyhun Yılmaz. İnsanların evlerine, arabalarına, en çok da yollarına, yolculuklarına konuk oluyor her akşam. Dahası iyi bir şair, oyuncu, televizyon programcısı… Sosyal medyayı en iyi kullananlardan biri… Kendi deyimleriyle sandırıcı, iknatör, şiirbaz… Yaptığı işi sevdiğini, mutlu olduğunu dile getiriyor her ortamda. Belki de tek pişmanlığı, yarıda bıraktığı Bilgi Üniversitesi’ndeki eğitimi… Ceyhun Yılmaz verdiği bu kararın yaşattığı duyguyu, yaşamı boyunca içini kemirecek bir acı olarak tanımlıyor.
Öyle insanlar vardır ki, yaptığı işler tam onlara göredir. Bunun için yaratılmış bu adam/kadın diye düşünürsünüz nerede görseniz. Ceyhun Yılmaz da böyle biri. Yaptığı her işin kendine yakışması şöyle dursun, işini öylesine çok seven ve benimseyen bir hali var ki… Gözlerinden, halinden, tavrından, mimiklerinden anlıyorsunuz; Ceyhun Yılmaz, insanlık için yaratılmış. Bazen kederlendirmek -ki keder de keyif verici bir şey olabilir zaman zaman-, bazen düşündürmek, bazen vicdan genini dürtmek (mutluluk geni olduğuna göre, vicdan geni neden olmasın?) ve çokça da bu dünyanın pusunu temizlemek, keyiflendirmek için yaratılmış. Ceyhun Yılmaz’ın, kendisine biçilen bu misyonu layığıyla yerine getirdiğini ve bundan alabildiğine hoşnut olduğunu söylersek, herhalde yanılmış olmayız. Aynı zamanda tam bir İstanbul aşığı Ceyhun Yılmaz! Bu şehrin kaldırımlarına, denizine, dokusuna hayran… Bir görenin bir daha unutmadığı şehir İstanbul’un kollarında büyüdüğünü de hesaba katarsak hele… Belki de bu yüzden, insanların İstanbul’a en çok kızdığı saat olan, iş çıkış saatlerinde yapıyor radyo programını. İnsanlar İstanbul’u hep sevsin diye…
21 Ağustos 2012 Salı
TÜRK ŞİİRİNİN BÜYÜK SAATİ; TURGUT UYAR
“Ben bir gün giderim ki neyim kalır?
Eksik bıraktığım her şeyim kalır.”
Şiirde İkinci Yeni’nin üç atlısından biri, Ece Ayhan’ın deyimiyle “logaritmik şiirlerin şairi”… Okuyan birçok insanın, şairim demekten utandığı şiirler, okuyanı hapseden dizeler… Turgut Uyar’ın şiiri böyledir, dizelere mahkum eder. Dua gibi gelir bazen, insanın içini ısıtır. Sonra, içindeki hüznü açığa çıkarır. Bir aşkı haykırmak için birebirdir bazen… Bazen için için ağlatır. Bazen de coşkuyu anlatmanın en güzel yoludur, mutlu eder insanı. Bazen yazdır; sofralar, mezeler… Bazen de kıştır; uçsuz bucaksız bir hüzün…
16 Ağustos 2012 Perşembe
Çocukluk anılarımız gitti farkında mısınız? Alf gitti, bizlere Orhan Veli'yi sevdiren adam gitti... Sevmek Zamanı'nın Boyacı Halil'i gitti! Benim de bir zamanlar kıyısından köşesinden mensubu olduğum Bakırköy Belediye Tiyatrolarının Genel Sanat Yönetmeni Müşfik Kenter yaşamını yitirdi ama biz neleri yitirdik? Mekanın cennet oldun Müşfik Hocam!
12 Ağustos 2012 Pazar
CAN BABA’YA SAYGIYLA…
Başka türlü bir şey benim istediğim,
Ne ağaca benzer ne de buluta benzer;
Burası gibi değil gideceğim memleket,
Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava;
Nerde gördüklerim, nerde o beklediğim
Rengi başka, tadı başka.
CAN BABA’YA SAYGIYLA…
Bazı olaylar vardır. Bu olaylar karşısında tepki vermek istersiniz, ama bir şey söyleyemezsiniz. Genellikle de toplumsal olaylardır bunlar, susulup kalınır çoğu kez, bir haksızlık bile olsa karşıdaki. Hepimize olur ya, kilitlenir kalırız bazen. İşte tam da böyle durumlarda, Can Baba girer devreye. Bizlerin söylemek isteyip de söyleyemediği ne varsa, Can Yücel’in dilinden dökülür. Can Yücel ile cezaevinde tanışan usta gazeteci Aydın Çubukçu’nun, Can Baba’nın cenazesinde söylediği gibi; “Dilimizin ucuna gelip de söyleyemediklerimizi söyleyen adam artık yok. Bundan sonra ona güvenip, ‘nasılsa Can Yücel söyler’ deyip, nefesimizi tutmak ayıptır.” Ayıptır artık nefesimizi tutmak!
5 Ağustos 2012 Pazar
İSTANBUL’UN ENTELEKTÜEL TARİHİNDEN TANIKLIKLAR; İLK DURAK.
Şimdi mesleğinde zirvede olan, ya da çoktan göçüp giden, ama yaşadıkları döneme damga vuran bir çok isim için ilk duraktı İETT. İlk maaşlarını ya da avanslarını aldıkları, ilk izin kağıtlarını imzaladıkları, hayatı tanıdıkları yerdi. Necdet Mahfi Ayral’ın, Rasih Nuri İleri’nin, Yaşar Kemal’in, Tucel Kurtiz’in, Hıfzı Topuz’un, Peride Celal’in, Münevver Andaç’ın, Peyami Safa’nın, Memduh Ün’ün ve daha bir çok ismin ilk durağı...
Türkiye’de belgeselciliğin iki önemli ismi olan Can Dündar ve Nebil Özgentürk’ün birlikte hazırladıkları bu belgesel kitapta, İETT’nin kurumsal kimliği ya da parlak dönemleri anlatılmıyor. Anlatılan, yolculuğuna bu kurumdan başlayan sinemacı, tiyatrocu, yazar, sağcısı, solcusuyla insan hikayeleri...
3 Ağustos 2012 Cuma
HAYAT VERDİĞİ KARAKTERLER DE TIPKI ADI GİBİ ‘OLGUN’: OLGUN ŞİMŞEK
Önce şöyle düşünürüz; bazı aktörler vardır ki, Türkiye yerine, sinema sanatının gerçekten değer bulduğu ülkelerde doğsalardı, el üzerinde tutulmakla kalmaz, dünya çapında bir aktör/aktris olurlardı. Ama sonradan aklımıza gelir; onlara bu yeteneklerini kazandıran, böyle birer oyuncu olmalarına neden olan da bu topraklarda yaşadıkları, yaşadıklarından beslendikleri, en başlarda görmezden gelinseler de bir şeyleri başarmak için döktükleri terler değil mi?
31 Temmuz 2012 Salı
BEHZAT Ç'NİN YEPYENİ FRAGMANLARI
Özlemle beklediğimiz dizimiz Behzat Ç'nin yeni sezonuna sayılı günler kala, diziyle ilgili ilginç çalışmalar da birbiri ardına internete düşüyor. Bunlardan biri de Ya Da Film'in yaptığı, İsmail Orhan Toraman'ın yönettiği animasyon jenerikler. Dizinin yapımcısı Tarkan Karlıdağ bu jenerikleri kullanır mı bilemeyiz ama dizinin sıkı takipçileri olarak biz bu fragmanları çok konuşacağız gibi görünüyor!
Etiketler:
behzat ç,
dizi,
erdal beşikçioğlu,
fragman,
jenerik
30 Temmuz 2012 Pazartesi
AJDA PEKKAN EFSANESİ
Her yaptığı olay olan, her zaman
Türkiye’nin bir adım ilerisinde olmayı başarmış bir kadın Ajda Pekkan.
Yaptıklarına, sesine, fiziğine, albümlerine, verdiği konserlere, açıklamalarına
bakılırsa, çoktan dünyaca ünlü bir star olması gerekirdi belki ama o zaten
Türkiye’nin “Süperstar”ı!
Ajda
Pekkan, o dönem için -hala da öyle- Avrupai havası, duru güzelliği ve sesi ile
dikkatleri gençlik yıllarından itibaren üzerine çekmeyi başarır. Kendisinden
daha önce müzik dünyasına adım atan kardeşi Semiramis Pekkan’ın desteğiyle,
dönemin popüler gece kulüplerinden birinin sahibi olan ve aynı zamanda müzisyen
İlham Gencer ile tanıştıktan sonra ise müzik çalışmalarına profesyonel olarak
başlar. Los Çatikos müzik grubu eşliğinde bir süre Gencer’in kulübünde sahneye
çıktıktan sonra ise herkesin setlerden sahnelere geçtiği bir ortamda,
sahnelerden sinema dünyasına adım atar.
29 Temmuz 2012 Pazar
KANEPEDEN SAHNELERE: HALİL SEZAİ
Şehirli
insanın iç dünyasını yansıtan, kadınlar kadar erkekleri de duygulandıran
romantik şarkılarıyla, sahnede olmaya can atan Halil Sezai, hayatımıza gireli
çok fazla zaman olmadı. Aslında daha önceleri çok izlenen bazı dizilerde,
çeşitli yan rollerde izlemiştik onu. Fakat yaptığı müziği ilgiyle dinleyen,
yeni bir şeyler ortaya çıkarmasını dört gözle bekleyen ve ayağında
terlikleriyle, kanepesinde oturarak kaydettiği şarkıları yeraltından dağıtan
hiç de azımsanmayacak bir kitleye sahipti daha önceleri. Başlangıçta sahip
olduğu hayran kitlesi kimselerle paylaşmak istemese de o şimdi milyonların
dinlediği bir ses.
Türkiye onu, Aytaç Ağırlı’nın yazıp yönettiği, en duygusuz insanları bile ağlatan “İncir Reçeli” filmindeki romantik adam rolüyle tanıdı. Ihlamurlar Altında, Türkan gibi çok izlenen dizilerde bazı rolleri vardı ama müziğini bilmeyen insanların fazla dikkatini çekmedi. “İsyan” adlı parçasıyla ilk çıkışını yaptığında, bu nedenle yüzü hiç yabancı gelmedi kimseye.
18 Temmuz 2012 Çarşamba
AHMET ÜMİT İLE RÖPORTAJ; SON ROMANI VE BİLİNMEYENLERİ
Ahmet Ümit, son romanı Sultanı Öldürmek'i, 1978'de öldürülen edebiyat öğretmenine adadı!
“Bir gün öldürdüler onu,
o kötü bir insan değildi!”
Lise yıllarında politik mücadeleyle tanışan Ahmet Ümit, üniversite okumak için büyük şehirlere ve yurtdışına giden ağabeylerinin getirdiği kitaplarla tanıdı dünyayı. Ve bu dünyayı değiştirme idealini çok erken yaşlarda edindi. Öyle bir idealdi ki bu, bireysel hiçbir hayali yoktu geleceğine dair. İdealize ettiği, toplumun ta kendisiydi. Bu ideal, lise sonda okurken Gaziantep dışına sürgüne gönderilmesine yol açacaktı. Belki de her şeyin başlangıcı olan bu olayı ve lise yıllarını bugün tebessümle anıyor Ahmet Ümit. Son romanı Sultanı Öldürmek’i ise o yıllarda hayatına dokunan, 1980 öncesi solcu olduğu için öldürülen, edebiyat öğretmeni Mehmet Savaş İslam’a adıyor.
Dünyada severek okunulan bir tür olan polisiye romanlar, nedense ülkemizde üvey evlat muamelesi gördü yıllarca. Agatha Christieler, Sherlock Holmesler alıp yürürken, Türkiye’den adamakıllı polisiye yazar çıkmadı uzunca bir süre. İlk kitabı “Sokağın Zulası”nı, böylesine bir susuzluğun ortasına yazan Ahmet Ümit’in tarzı o kadar benimsendi ki, Türkiye’de polisiye roman denince akla ilk onun ismi geliyor. Ahmet Ümit, hayal gücü ile bilgiyi ustalıkla kurguladığı eserleri ile Türkiye’nin son zamanlarda öne çıkardığı en önemli edebiyatçılardan biri. Psikolojik analizler, politik göndermeler, maceranın katmanlısı, daha da önemlisi gerçekçi insan hikâyelerini kaleme alan Ahmet Ümit’in romanlarının tek kötü yanı, çok çabuk bitmesi! Okurken kendinizi o kadar kaptırıyorsunuz ki, kitabın son sayfasını görmeden rahat edemiyorsunuz. Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun ara sokaklarındaki ofisinde konuştuk tüm bunları ve daha fazlasını…
Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
Eylül doğumlu olduğum için okula erken başladım, o dönemde çok başarılı bir öğrenciydim, notlarım hep iyiydi. Ortaokula geldiğimde, biraz tereddüt başladı. Galiba biraz da haylazdım, malum ergenlik… Sonradan yine toparladım ve iyi gitti. Okula dair anılarım genelde hep iyi anılar, kötü şeyleri pek hatırlamıyorum. Yeni şeyler öğrendiğim, yeni arkadaşlar edindiğim bir dönemdi. Bizim çok iyi öğretmenlerimiz vardı. Bende travmatik bir etki yaratan kötü öğretmenim olmadı hiç. Liseyi, Antep’te orta halli, hatta belki biraz daha aşağıda olan Atatürk Lisesi’nde okudum. Oradaki öğretmenlerim de çok iyilerdi. Ben öğretmenlerin eğitimin kalitesinde çok önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum. İyi öğretmenler, yani bu işi seven ve mesleğine vâkıf, öğretmenlerin çok etkili olduğunu düşünüyorum. Bana da öyle öğretmenler denk geldi. Lise son sınıfa doğru politik olayların içerisine girdik ve eğitim ne yazık ki başka bir şeye dönüşmeye başladı. Birdenbire kendimizi dünya meseleleri içerisinde bulduk. Sosyoloji, ekonomi politika, felsefe okumaya başladık. Yine de lisede aldığım eğitimin çok önemli olduğunu düşünüyorum. O eğitimle üniversiteye girebildiğimi söyleyebilirim. O zaman genel yetenek diye bir alan vardı, o alanım çok yüksek olduğu için ben üniversiteye girebildim. Bilgi birikimim de elverdi ve kamu yönetimi okudum.
Bu süreçte ailenizin ne gibi bir etkisi oldu? O döneme dair neler hatırlıyorsunuz?
Çocukluk yalnızca okuldaki eğitimden ibaret değil elbette, ailemden de iyi bir eğitim aldım. En büyük ağabeyim Londra’ya, bir ağabeyim İstanbul’a, diğeri de Ankara’ya okumaya gitti. Birdenbire İstanbul, Ankara ve Londra gibi büyük şehirlerden belli ölçüde esintiler gelmeye başladı. O zamanlar üniversiteye, yurtdışına gidenler parmakla gösterilecek kadar azdı ve onların gidişi eve kitap girmesine yol açtı. O kitapların kendisini görmek bile, okumadan önce başka bir dünyanın varlığını hatırlatıyor, sezdiriyor size. Bunların hepsi birleşince öyle ya da böyle bugünlere bir altyapı oluştu.
BİREYSEL BİR KURTULUŞ YOKTU, KURTULUŞ HEP BERABERDİ
Bir de lisede sürgün hadiseniz var. İşler bu raddeye nasıl geldi?
Son senem olan 1975–76 öğretim yılında, okul adeta bir üniversiteye dönmüştü. Okulda neredeyse her gün kavga oluyordu. Okulda solcular, yani biz ağırlıktaydık. MC Hükümeti işbaşındaydı ve sağcılar okulu düşürmek için polislerle gelip olay çıkartıyordu, sonra da polis bizi dövüyordu. Bu kadar çabaya okul düşmedi ama elebaşı diye aralarında benim de bulunduğum 4 kişiyi sürgüne yolladılar. Bu da yetmedi okulu düşürmelerine. Okulumuz, erken politize olmuş sol görüş ağırlıklı bir okuldu. 20–25 sağ görüşlü öğrenci için 2 bin öğrenciyi feda ettiler. Sağın, solun da ötesinde bir devletin böylesine tavır içerisine girmesi çok korkunç bir durum. Her şeyden önce eğitimi engelliyorsunuz.
Son kitabınız “Sultanı Öldürmek”in ilk sayfasında, “Karanlık güçlerce 1978 yılında Gaziantep’te öldürülen edebiyat öğretmenim Mehmet Savaş İslam’ın aziz anısına” notu var. Kitabı, edebiyat öğretmeninize ithaf etmişsiniz. Kimdi Mehmet Savaş İslam?
Mehmet Savaş İslam, belirttiğim gibi bizim edebiyat hocamızdı, kompozisyon dersimize de giriyordu aynı zamanda. Yazdığım kompozisyonlarda bana hep 7 verirdi. 8 değil, 5 de değil, hep 7! O zamanlar 16 yaşındayım. Hocamı iyi, esmer bir insan olarak hatırlıyorum. Bir gün öldürdüler onu. Kötü bir insan değildi, kimseye her hangi bir zararı olmasının imkânı yoktu. Bir düşünceye inanıyordu sadece. Elinde silah olan, başı çeken bir adam da değildi. Öldüğünde eşi hamileydi. Antep’e son gittiğimde, bu ithaftan dolayı gelip beni ziyaret ettiler. Tabii o çocuk şimdi genç bir delikanlı olmuş. Ben bu insanın isminin kaybolmasına razı olamazdım. Bir bakıma bugünlerin altyapısını o hazırladı, bir vefa borcum vardı. O kadar çok öğretmen öldürüldü ki, hepsi birer sayı olarak algılanıyor şimdi. Onlar birer sayı değil, insandı. Bunu hatırlatmaktı amacım.
Yazmaya yönelmeniz, bildiğim kadarıyla K. Yalçın takma adıyla yazdığınız bir rapor üzerine oldu. Bu süreçten bahsedebilir misiniz?
Evet, yazmaya yönelmem bir eylem sonucunda oldu. Bugün bile başımıza bela olan 82 Anayasası’nı halk oylamasına sunmuşlardı. Oylama beyaz ve mavi kartlarla yapılıyordu ama mavi adını söylemek bile insanı korkutuyordu. Çünkü suçtu hayır demek. Kenan Evren de şimdiki gibi aciz bir ihtiyar değildi, eli kanlı bir diktatör olarak her akşam televizyonlara çıkıp insanları tehdit ediyordu. “Evet oyu verin, hayır oyu verenler ülkeye zarar verecekler, bunlar komünistler, ülkeyi bölecekler” gibi laflar söylüyordu, insanlar da korkuyordu. Biz de gençtik, biz de tabii ki korkuyorduk ama bir şeyler yapmak gerekir diye düşünüyor ve duvarlara afişler yapıştırıyorduk. O afişleri yapıştırırken bir arkadaşımız tutuklandı. Onunla ilgili, bizim örgüt benden bir rapor yazmamı istedi. Ben o raporu yazarken bir öykü yazmışım. Bilinçli bir şekilde değildi. Aslında önce rapor yazacaktım ama demek ki çok duygusalız. O öykü, 40 ayrı dilde basılan bir dergide yayınlandı. Devrimci dediğimiz şey de zaten duygusallıktı. 15 yaşındaki bir çocuğun, hiçbir şey okumadan devrimci olması yalnızca duygusallıkla açıklanır. İşte Rapor 40 dilde yayınlandı ve ben 22 yaşındaydım… Her şey böyle başladı.
ROMANLARININ EN KALENDER KAHRAMANI; BAŞKOMİSER NEVZAT
Daha önceleri böyle bir şeyin hayalini kurmuş muydunuz? Yazar aklınızda olan bir şey miydi?
Daha önce yazar olmanın hayalini hiç kurmamıştım, aklımın ucundan bile geçmemişti. Benim kendi başıma bir idealim yoktu. Bizim için ideal, hep beraber düşünülecek bir şeydi. Mesleki olarak da özel bir şey düşünmemiştim. Bireysel bir kurtuluş yoktu, kurtuluş hep beraberdi. Che, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi insanlar ya da kendini halka adamış olan diğerleri, bizim için kahramanlardı, rol modellerimizdi. Onlar da üniversitede okuyorlardı ancak hiçbirinin avukat, bankacı olmak gibi bir ideali yoktu. Ben de kamu yönetimini de siyaset ile uğraştığım için seçtim.
Romanlarınıza gelecek olursak… Başkomiser Nevzat karakterinin, romanlarınızda çok önemli bir yeri var. Hatta bazı hikâyeler, onsuz yarım kalıyor bile diyebilirim. Bu karakter nasıl ortaya çıktı?
Başkomiser Nevzat karakteri, başlangıçta üzerinde çok düşünülmüş bir karakter değildi. Sanırım 1998 yılıydı ve benim henüz 2 polisiye romanım yayınlanmıştı. Genel yayın yönetmenliğini bir polisiye meraklısı olan Okay Gönensin’in yaptığı Yeni Yüzyıl adında bir gazete çıkıyordu. Bir gün bana “Amerika, Avrupa’da gazetelerin hafta sonu eklerinde polisiye romanlar tefrika edilir, biz neden yapmayalım” dedi. İnsanlar unutur, bir romanı tefrika halinde yazmak hoş olmayabilir diye düşündüm. O yüzden “başlayıp biten bir hikâye yazalım, insanlar gazetesini açtığı zaman okusun ve bitsin” dedim. Kolayca benimsenecek bir karakter bulmak istiyordum ve Başkomiser Nevzat karakteri oluştu. Karakteri yaratırken de 12 Eylül öncesi suikast sonucu öldürülen Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’dan ve iki sinema karakterinden esinlendim. Bunlardan biri, Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul filminde Sadri Alışık’ın oynadığı Haşmet İbriktaroğlu karakteri. Bu karakter, eski zengin İstanbul’un iyi bir ailesinin oğluyken, sonra yoksul düşmüş ama bütün yoksulluğuna rağmen efendiliğinden asla ödün vermeyen biridir. Ve tabii ki Yavuz Turgul’un Muhsin Bey’i. Başkomiser Nevzat’ı yaratırken, bu 3 karakteri birleştirdim. Üzerinde çalıştığım yeni romanımda da Nevzat olacak.
Bir romanın ortaya çıkış süreci nasıldır? Keyifli midir, yoksa sancılı bir süreç midir?
Kesinlikle keyifli bir süreç olarak tarif ederim. Zorlukları ve sancıları elbette var ama benim için her roman yeni bir şeylerin keşfi. Sultanı Öldürmek’te Fatih dönemine yolculuk yaptım, İstanbul Hatırası’nda İstanbul’a, Bab-ı Esrar’da Mevlana’yı tanıdım. Elbette ki yoğun bir okuma sürecinden geçiyorum. Şu anda da çalışma ortamım kitap dolu, yeni romanımızın kitapları… Bu kez Osmanlı’nın son dönemini anlatıyorum. Bu anlamda da çok zevkli, gezilmesi gerekirse gereken yerlerin hepsini geziyoruz. Sultan’ı Öldürmek için Fatih’in doğduğu yere, Edirne’ye gittik. Sultan Murat’ın öldüğü Bursa’ya gittik, İstanbul’da sarayları gezdik. Bir yıl boyunca okuma ve araştırma süreci oluyor. Ardından ilk cümlenin yazılması ile başlayan ve bitene kadar devam eden ikinci aşama, roman 2 yılda ortaya çıkıyor.
En rahat nerede çalışıyorsunuz?
Evde ve ofiste çalışıyorum. Başta bu ofiste başlıyor her şey, sonra evde devam edebiliyor. Sonuçta bilgisayarın olduğu her yerde yazabiliyorum. Eşim benim en büyük yardımcım, o da bu sürece dahil oluyor.
Son romanınızı okuyan okurlarınız bilirler, Tahir Hakkı’nın fetih gezileri ile belki kıyaslanamaz ama sizin de kitap gezilerinizin çok güzel olduğunu biliyoruz. En son İstanbul Hatırası için yapmıştınız, Sultanı Öldürmek için de benzer geziler yapacak mısınız?
Aslında Sultanı Öldürmek için de kitap gezisi yaptık. Bu tip talepler daha çok belediyelerden geliyor ama 500–600 kişinin katıldığı bu geziler yorucu çok oluyor.
OKUYUCU ELİNE ALDIĞINDA KİTAP BENİM OLMAKTAN ÇIKIYOR
Gerçekten de çok sadık bir okuyucu kitlesine sahipsiniz. İmza günleri, geziler ya da söyleşilerde onlarla bolca vakit geçiriyorsunuz. Bu paylaşımlar size ne hissettiriyor?
Okuyucularımla yakın ilişki içerisinde olmayı gerçekten de seviyorum. Bu çok motive edici bir şey… Yazıyoruz, demek ki yazdıklarımızın bir karşılığı varmış duygusu oluşuyor insanda. Okuyuculardan uyarılar da geliyor. O uyarılar benim görmediğim veya kaçırdığım noktalarda yönlendirici olabiliyor. Bazen saçma şeyler de geliyor ama bunların hepsi faydalı, çünkü kitap, okuyan herkesin kitabı oluyor bir noktadan sonra. Okuyucu eline aldığı zaman, artık benim değil, onun kitabı ve her şeyi söyleme hakkına sahip. Okurlarla ilişkimden çok memnunum. Çok iyi ve samimi geri dönüşler alıyorum bu anlamda. Kendi alanlarında çok değerli, güzel şeyler yazan ve benim de zevkle okuduğum çok büyük yazarlarımız var. İyi yazıp yazmadığım tartışılabilir elbette ama Türkiye’de bu türü benim gibi yazan; polisiyeyi, psikoloji ve tarihle harmanlayan başka yazar yok. Benim yazdığım kitaplar okurlara ilginç geliyor. Bir yandan polisiye bir hikâye, bir yandan tarih, okurlarda ilginç bir durum oluşturuyor. O yüzden de çok ilgi gösteriyorlar ve ben de açıkçası bu ilgiden çok memnunum.
Birçok insan bu anlamda sizin kitaplarınızdan besleniyor. Peki, Ahmet Ümit kimlerden besleniyor?
Yaşar Kemal, Selim İleri, Adalet Ağaoğlu, İhsan Oktay Anar gibi yazarlar beni çok etkiliyor. Bütün yazarları okurum. Murathan Mungan, Küçük İskender gibi şairleri okurum. Benim yaşıtım olan Ayfer Tunç, Yekta Kopan, Orhan Pamuk okurum. Bu yazarların bütün yeni çıkan kitaplarını alıyorum, okumasam da mutlaka göz atıyorum.
İSTANBUL HATIRASI, YAKINDA BEYAZPERDEDE
Şu anda en çok hangi romanınızın sinemaya uyarlanmasını istiyorsunuz?
En çok İstanbul Hatırası’nın sinemaya uyarlanmasını isterim. Aslında yakın bir dönemde netleşecek, ANS Yapım’dan Abdullah Oğuz ile görüşüyoruz. Bir terslik olmazsa sonbahar gibi çekmeyi düşünüyorlar ama yetişir mi bilmiyorum.
Bunu şunun için söylüyorum, daha önce de birçok romanımın haklarını verdim ancak Türkiye’de Hollywood gibi bir film endüstrisi olmadığı için, bu süre uzun oluyor. Türkiye’de film çekmek çok zor, açıkçası insanlar kahramanlık yapıyor. Sinema izleyicisinin sayısı da oldukça düştü. İnanılmaz zor bir iş, o yüzden film işine girenlere çok saygı duyuyorum.
Kendi deyiminizle Turgut Yasalar’ın Sis ve Gece uyarlaması, kitaplarınızdan beyazperdeye en başarılı uyarlamaydı. Ardından 23 Mart’ta da aslında bizzat uyarlamak istediğiniz Bir Sis Böler Geceyi gösterime girdi. Bu filmler hakkında neler söylemek istersiniz?
Sis ve geceyi beğeniyorum. Teknik olarak elbette sorunları olabilir ama namuslu bir filmdi. İnsanlar iyi niyetle film yapmaya çalıştılar. Ben olaya biraz da o gözle bakıyorum. Turgut bunu aşk filmi ağırlıklı çekti, 15 yıl sonra başkası politik bir film olarak çekebilir. Ben bu meselelere sıcak bakıyorum.
Senaryosunu bilfiil kendinizin yazdığı bir iş yapmayı düşünüyor musunuz televizyona? Hele de polisiye dizilerin izlenmeye başladığı şu dönemde?
Televizyonu çok fazla düşünmüyorum. Kadir İnanır ile bir şeyler yapacaktık ama olmadı. Çok büyük bir emek sömürüsü var televizyonda, haftada 125 sayfa yazı yazmanız lazım. Bundan iyi bir şey çıkma ihtimali de çok zayıf. İkincisi, zaten televizyona yapılan işler, suya yazılan yazılar gibi. Sadece şöyle bir şey olabilir; Başkomiser Nevzat’ın olduğu, 13 bölümlük ve benim 6 ay öncesinden çalışmaya başladığım, senaryolarını hazırladığım bir şey yapabilirim. Fakat Türkiye’deki televizyon yapısı ve çalışma tarzı buna çok müsait değil. Bu televizyonlara çok pahalı geliyor. İmkânsız değil, tabi ki yapılabilir ama zor. Şu aşamada film daha sıcak geliyor.
Yazdığınız en unutamadığınız cümle hangisi?
Kukla’daki, “Yaşam kaybetmeyi öğrenme sanatıdır” en unutamadığım cümle.
Okumak ve yazmak dışında kalan zamanlarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Film izlemeye bayılırım. Yürüyüş yapmaktan, gezmekten büyük keyif alırım, şehirleri dolaşmayı çok seviyorum. Ayrıca ailemle ve arkadaşlarımla vakit geçirmeyi çok severim. İçki sofralarını da çok seviyorum ama artık biraz dikkat ediyorum, malum yaş 52 oldu, ancak haftada bir kere bunu yapabiliyoruz. Asıl mesele hayatı doğru, güzel ve tadında yaşamak. Sağlığımız elverdiği, şans yüzümüze güldüğü sürece de yapmaya çalıştığımız bu.
Favori yazarlarınız, filmleriniz, yönetmenleriniz hangileri?
Beni en çok etkileyen film, Seven’dı. En beğendiğim yazar da muhtemelen Dostoyevski. Ruh halime göre bazen Shakespeare, bazen Marquez olarak değişiyor. Şair olarak Nazım Hikmet ve Edip Cansever diyebilirim. En sevdiğim yönetmen ise kesinlikle Kubrick. Bizden de çok büyük yönetmenler var, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Atıf Yılmaz, Ömer Lütfü Akad, Yavuz Turgul gibi.
Özel röportaj: Nigar Özafacan - Temmuz 2012
Etiketler:
ahmet ümit,
başkomser nevzat,
beyoğlu,
cinayet,
edebiyat,
fatih,
fetih,
istanbul,
lise,
polis,
politika,
roman,
röportaj,
siyaset,
sol,
sultanı öldürmek
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)