1930’lu yıllar, dünyadaki ekonomik bunalımın hızla tırmandığı, Dünyanın 1’inci Paylaşım Savaşı’nın yaralarını sarmaya çabaladığı, bunu başaramadan da dünya savaşlarının ikincisine doğru hızla yol aldığı, sancılı bir dönemdi. Savaş sonrası istikrarsızlık sorunları tüm dünyada egemendi ve 1929 Bunalımı, dünyadaki piyasa ekonomisini çökertmişti. Bundan olumsuz anlamda en çok etkilenen ise genç Türkiye Cumhuriyeti olmuştu.
Henüz daha kendi ulusal dinamiklerini oluşturamayan Türkiye Cumhuriyeti, dünyada tırmanan ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar uzanan süreçte, devletler ilişkisi anlamında da açık bir tercihe, daha doğrusu taraf olmaya zorlanmış, savaştan çıkmış olmanın yorgunluğu ile kıskaca alınmıştı. Bu şartlar altında yenileşme sürecini tamamlamaya çabalayan Türkiye, Mustafa Kemal’in önderliğinde ardı ardına devrimler gerçekleştiriyordu. Başlangıçta halka oldukça radikal gelen devrimler, geniş halk kitleleri tarafından benimseniyor ve hemen uygulamaya geçiliyordu. 1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresi, bu anlamda birçok yenileşme hareketinin de temelini oluşturmuştu. Kongrede “faydacı eğitim” felsefesi tartışılmış ve benimsenmişti. Felsefenin dünyadaki öncüsü John Dawey Türkiye’ye davet edilmiş ve eğitim seferberliğinin başlatılması, ardından da eğitimin şehirlerden köylere yayılması öngörülmüştü. Ancak Anadolu yılgın, Anadolu yaralıydı. Yıllarca süren savaşlar en çok onların belini bükmüştü. Her cepheye bir evlat vermişlerdi. Topraklarını işleyecek oğulları yoktu birçok ailenin. Yeni yetişen nesle bağlanmıştı tüm umutlar. Bu amaçla 1929 yılında ilk adım olarak okuma-yazma seferberliği başlatılmıştı. Bu başarılı çalışma, bir süre sonra işlevini yitirecekti. Aynı yıllarda açılan halkevleri ise çok başarılı bir çalışma olmasına rağmen sadece şehirlerle sınırlı kalacaktı.
SÜREÇ NASIL GELİŞTİ?
Fakat Türkiye nüfusunun yüzde 80’i köylerde yaşıyordu ve köylünün eğitiminde çok geri kalınmıştı. 1936 yılına gelindiğinde, daha somut adımlar atılmaya başlandı. Askerliğini çavuş olarak tamamlayan gönüllüleri 5 aylık bir kurstan geçirecek 5 eğitmen okulu açıldı. 1937’de ise iki Köy Öğretmen Okulu… Bu okullar ve gönüllülerden başarılı sonuçlar alındıkça, daha kalıcı çalışmalar yapmak gerekliliği doğuyordu. Türkiye, Ulusal Önderi Mustafa Kemal’i yitirmiş, İsmet İnönü cumhurbaşkanı olmuştu ve devrimlerin sürekliliğini sağlanmalı, aydınlanma hamlelerinin hızı kesilmemeliydi. Hasan Âli Yücel, Milli Eğitim Bakanı olduğunda, yepyeni umutlarla köylünün kurtuluşunu yine köylünün çabasında gördü ve 19 Mart 1940 yılında İsmail Hakkı Tonguç ile birlikte, Anadolu’nun kaderini değiştirecek büyük bir düşün ilk adımlarını attılar. Hazırladıkları öneri TBMM’ye sunuldu ve 17 Nisan 1940 yılında 3083 sayılı yasa ile kabul edildi. Yasa, “Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere, ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde Maarif Vekilliği’nce Köy Enstitüleri açılır” idi.
Köy enstitülerinde yaşam çok farklıydı. İlkokulu bitiren öğrencilerin beş yıllık bir eğitim gördüğü enstitülerde, haftada 44 saat ders veriliyordu. Bunun yarısı genel kültür ve meslek derslerine, diğer yarısı ise uygulamalı derslere ayrılıyordu ve her mezunun diplomasında meslek belirtiliyordu. Öğrencilere verilen eğitimin yanında, köylülere de köylerin modernleşebilmesi anlamında bilgi ve beceriler kazandırılıyordu. Edebiyat, müzik, resim ve spor gibi dallar öğrencilerin doğal haklarıydı. Özellikle halk kültürüne çok büyük bir önem verilirdi. Bu amaçla Ruhi Su, Aşık Veysel gibi üstatlar, enstitülerde öğretmenlik yapıyorlardı. Verilen değerler sadece bir eğitim değil, aynı zamanda da bir yaşam biçimiydi. Yetişen yerel aydınlar, üretimin içinde eğitim şiarıyla nefes veriyorlardı. Köy Enstitüleri tüm bu gelişimini Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un emeğine ve İsmet İnönü’nün sahiplenmesine borçluydu. “Kitap, mermi gibidir” sözünün sahibi İnönü, bu eğitim devriminden ne kadar övünç duyduğunu anılarında da belirtmişti. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü ziyaret eden İnönü, bir kız öğrenciye çantasında neler olduğunu sorar. Öğrenci çantasını açtığında bir somun ekmek, bir parça köfte ve dünya klasiklerinden bir kitap çıkar içinden. Bunun üzerine büyük bir mutluluk duyan İnönü çevresindekilere, “Ne zaman Türkiye’de erinden generaline, sade vatandaşından Cumhurbaşkanına kadar herkes ekmekle kitabı bir araya getirebilirse, gerçek kalkınma başlamış demektir” der. İnönü enstitülere bu kadar çok güveniyordu. Devrimci düşüncenin neferlerini yetiştirmek ve devrimlerin sürekliliğini sağlamak gibi temel bir görevi de olan enstitülerin mimarı Hasan Âli Yücel, “Biz, istiklal mücadelesinden itibaren sosyal hayatımızda yaptığımız büyük devrimleri köylere götürecek adam yetiştirmek isteriz. Çünkü ümmet devrinin böyle bir adamı vardır. Bu, imamdır. İmam, insan doğduğu vakit kulağına ezan okuyarak, vefat ettiği vakit mezarının başında telkin vererek, doğumundan ölümüne kadar bu cemiyetin manen hâkimidir. Bu manevi hâkimiyet, maddi tarafa da intikal eder. Çünkü köylü hasta olduğu vakit de sual mercii imam olur. Biz imamın yerine, köye devrimci düşüncenin adamını göndermek istedik” sözüyle bunun önemini vurgulamıştı.
KARŞITLAR GÜÇLENİYOR
Tartışan, sorgulayan gençler, ülkenin ve dünyanın etrafında gelişen olayları daha iyi kavrıyor, olaylara daha farklı bir gözle bakıyorlardı. Hak, hukuk kavramlarını bildiklerinden köylerdeki ağalık ve aşiret düzenine başkaldırıyorlardı. Artık köylüler ağaların önünde diz çökmüyor, şeyhlerin, şıhların eteklerini öpmüyor, toprak sahiplerinin karşısında eğilmiyordu. Elbette ki bu şekilde yetişen gençlerin çoğalması, bazı zümreler için büyük bir tehlikeyi işaret ediyordu. Şehirlerdeki bu insanlar, köy enstitülerinden yetişen gençleri sürekli olarak aşağılıyor, türlü saçmalıklar öne sürerek enstitülerin kapatılması için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde kültür tarihi dersleri de veren Sabahattin Eyüboğlu, bu karşıtların sözlerini Köy Enstitüleri Üzerine adlı denemelerinde toplamıştı. “Bunlar Shakespeare’in, Gogol’un eserlerini okuyorlarmış, güler misin, ağlar mısın? Bu eserleri biz bile okuyup anlayamıyoruz”, “Köylü çocuklarını şımartıyoruz. Enstitüde okuduk diye çalımlarından geçilmiyor. Göreceksiniz bunlar bize kafa tutacaklar. Besle kargayı oysun gözünü”, “Kendim görmesem inanmazdım. Ankara Halkevi’nde Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri Fraust’u görmeye gelmişler. İlkin asker zannettim. Kaba saba elbiseler, kapkara yüzler, korkunç bir ter kokusu. Bir facia. Bunlar öğretmen olacak da…” tarzında hafifsemelerle aslında kendilerini aşağılayan bu insanları Eyüboğlu, “Kemalist devrime inanmayan şehirliler” olarak nitelendirmişti.
Köy enstitülerinin kapatılması süreci de büyük ölçüde bir korkuya dayanıyordu. Buradan yetişen öğrenciler vurgulandığı gibi bilime önem veriyor, ülke sorunlarını tartışıyor, ağalık sistemini ve köylünün geri kalmışlığını sorguluyordu. Bilinçlenen köylü, haktan ve hukuktan güç alıyor, ağalara, beylere, tarikat şeyhlerine karşı çıkıyordu. Atatürk ilke ve devrimlerini her şeyin üzerinde tutuyor, tüketimi değil üretimi savunuyordu. Bu yüzden köy enstitülerine karşı olanlar, büyük ölçüde Cumhuriyet değerlerine de karşı olanlardı. Buna karşılık, ülkede hızla yükselen bir karşı devrim süreci başlatılmıştı ve Demokrat Parti (DP) kurulmuştu. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin içinden ve dışarıdaki muhaliflerin örgütlenmesi sonucu kurulan DP, karşı devrim sürecini başarıyla yürütüyordu. Muhaliflerin tek derdi vardı. O da köy enstitülerinden yetişen gençlerden duydukları rahatsızlıktı. Bu gençlerin “komünist” olduklarını söylüyorlar ve enstitülerin kapatılmasını istiyorlardı.
Yaklaşmakta olan 1946 seçimleri, ülkede yepyeni bir süreci başlatmak üzereydi. Çok partili sürecin ilk adımı olan seçimler öncesi güçlenen muhalifler, CHP içindeki muhalifleri de yanlarına çekerek Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye müthiş bir baskı uyguluyorlardı. Sonuçta istediklerini başardılar ve enstitülerin amaçlarından saptıklarını iddia edenler, 1946 yılında yapılan müfredat değişikliği ile enstitüleri gerçek amaçlarından uzaklaştırdılar. 1950 yılında DP’nin iktidar olmasının ardından Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde ise 16 bin 400 öğretmen, 7 bin 300 sağlık memuru, 8 bin 756 eğitmen yetiştiren köy enstitülerinin içleri tamamen boşaltıldı, 1953 yılında ise kapatıldılar. Sonuç olarak Kemalist devrim karşıtlarından büyük eleştiriler alan köy enstitülerini kimileri “komünist yuvası”, kimileri ise “köylü çocuklara angarya işlerin yüklenildiği” yerler olarak görüp, gerçek değerlerini anlayamadılar.
Peki, köy enstitüleri kapatılmasaydı ve bu hayal devam ediyor olsaydı, şimdiki yaşantımıza ne tür yansımaları olabilirdi? İşlenmemiş toprak, kullanılmamış su, okumayan çocuk ve genç, üretim yapmayan fabrika kalır mıydı? Özelleştirme belası ülkemizin dört bir yanını kaplamış olur muydu? Yeteneksiz siyasetçiler elinde heba olmuş bir ulus mu olurduk? “Babalar gibi satarım” zihniyeti mi aşılanırdı halka, yoksa üretim içinde eğitim şiarı mı? Varoş kelimesini biliyor olur muyduk acaba? Ya da terör belasını? Gelişmişliğini, kalkınmışlığını sağlamış köyler boşaltılmak zorunda kalır mıydı? Ya da köyden kente göç ihtiyacı? Töre cinayetleri ya da berdelleri mi okurduk gazetelerin üçüncü sayfalarında? Yolsuzluk, hırsızlık, gasp gibi toplumsal yaralar mı açılırdı zihinlerde? Paralı eğitime gerek mi kalırdı? Ya da eğitimde uçurum yaratan dershanelere? Ulusal kültürümüze ve değerlerimize sahip çıkmalıyız diye haykırmamıza ne lüzum kalırdı? Zaten kültürümüzü yitirip yabancılaşmamış olurduk.
Mustafa Kemal’in işaret ettiği gerçek muasır medeniyetler seviyesine ulaşma hedefimizi, köy enstitülerini kapatarak ıskaladık bizler… Gerçek medeniyet ve uygarlığı Batı değerlerinde aramak yerine kendi ulusal kültürümüze sahip çıkmayı tercih ettiğimiz gün ise yeniden ışık görünecek koridorun öteki ucunda.
Nigar Özafacan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder