18 Temmuz 2012 Çarşamba

AHMET ÜMİT İLE RÖPORTAJ; SON ROMANI VE BİLİNMEYENLERİ



Ahmet Ümit, son romanı Sultanı Öldürmek'i, 1978'de öldürülen edebiyat öğretmenine adadı!


“Bir gün öldürdüler onu, 
o kötü bir insan değildi!”


Lise yıllarında politik mücadeleyle tanışan Ahmet Ümit, üniversite okumak için büyük şehirlere ve yurtdışına giden ağabeylerinin getirdiği kitaplarla tanıdı dünyayı. Ve bu dünyayı değiştirme idealini çok erken yaşlarda edindi. Öyle bir idealdi ki bu, bireysel hiçbir hayali yoktu geleceğine dair. İdealize ettiği, toplumun ta kendisiydi. Bu ideal, lise sonda okurken Gaziantep dışına sürgüne gönderilmesine yol açacaktı. Belki de her şeyin başlangıcı olan bu olayı ve lise yıllarını bugün tebessümle anıyor Ahmet Ümit. Son romanı Sultanı Öldürmek’i ise o yıllarda hayatına dokunan, 1980 öncesi solcu olduğu için öldürülen, edebiyat öğretmeni Mehmet Savaş İslam’a adıyor.

Dünyada severek okunulan bir tür olan polisiye romanlar, nedense ülkemizde üvey evlat muamelesi gördü yıllarca. Agatha Christieler, Sherlock Holmesler alıp yürürken, Türkiye’den adamakıllı polisiye yazar çıkmadı uzunca bir süre. İlk kitabı “Sokağın Zulası”nı, böylesine bir susuzluğun ortasına yazan Ahmet Ümit’in tarzı o kadar benimsendi ki, Türkiye’de polisiye roman denince akla ilk onun ismi geliyor. Ahmet Ümit, hayal gücü ile bilgiyi ustalıkla kurguladığı eserleri ile Türkiye’nin son zamanlarda öne çıkardığı en önemli edebiyatçılardan biri. Psikolojik analizler, politik göndermeler, maceranın katmanlısı, daha da önemlisi gerçekçi insan hikâyelerini kaleme alan Ahmet Ümit’in romanlarının tek kötü yanı, çok çabuk bitmesi! Okurken kendinizi o kadar kaptırıyorsunuz ki, kitabın son sayfasını görmeden rahat edemiyorsunuz. Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun ara sokaklarındaki ofisinde konuştuk tüm bunları ve daha fazlasını…

Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
Eylül doğumlu olduğum için okula erken başladım, o dönemde çok başarılı bir öğrenciydim, notlarım hep iyiydi. Ortaokula geldiğimde, biraz tereddüt başladı. Galiba biraz da haylazdım, malum ergenlik… Sonradan yine toparladım ve iyi gitti. Okula dair anılarım genelde hep iyi anılar, kötü şeyleri pek hatırlamıyorum. Yeni şeyler öğrendiğim, yeni arkadaşlar edindiğim bir dönemdi. Bizim çok iyi öğretmenlerimiz vardı. Bende travmatik bir etki yaratan kötü öğretmenim olmadı hiç. Liseyi, Antep’te orta halli, hatta belki biraz daha aşağıda olan Atatürk Lisesi’nde okudum. Oradaki öğretmenlerim de çok iyilerdi. Ben öğretmenlerin eğitimin kalitesinde çok önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum. İyi öğretmenler, yani bu işi seven ve mesleğine vâkıf, öğretmenlerin çok etkili olduğunu düşünüyorum. Bana da öyle öğretmenler denk geldi. Lise son sınıfa doğru politik olayların içerisine girdik ve eğitim ne yazık ki başka bir şeye dönüşmeye başladı. Birdenbire kendimizi dünya meseleleri içerisinde bulduk. Sosyoloji, ekonomi politika, felsefe okumaya başladık. Yine de lisede aldığım eğitimin çok önemli olduğunu düşünüyorum. O eğitimle üniversiteye girebildiğimi söyleyebilirim. O zaman genel yetenek diye bir alan vardı, o alanım çok yüksek olduğu için ben üniversiteye girebildim. Bilgi birikimim de elverdi ve kamu yönetimi okudum.

Bu süreçte ailenizin ne gibi bir etkisi oldu? O döneme dair neler hatırlıyorsunuz?
Çocukluk yalnızca okuldaki eğitimden ibaret değil elbette, ailemden de iyi bir eğitim aldım. En büyük ağabeyim Londra’ya, bir ağabeyim İstanbul’a, diğeri de Ankara’ya okumaya gitti. Birdenbire İstanbul, Ankara ve Londra gibi büyük şehirlerden belli ölçüde esintiler gelmeye başladı. O zamanlar üniversiteye, yurtdışına gidenler parmakla gösterilecek kadar azdı ve onların gidişi eve kitap girmesine yol açtı. O kitapların kendisini görmek bile, okumadan önce başka bir dünyanın varlığını hatırlatıyor, sezdiriyor size. Bunların hepsi birleşince öyle ya da böyle bugünlere bir altyapı oluştu.

BİREYSEL BİR KURTULUŞ YOKTU, KURTULUŞ HEP BERABERDİ

Bir de lisede sürgün hadiseniz var. İşler bu raddeye nasıl geldi?
Son senem olan 1975–76 öğretim yılında, okul adeta bir üniversiteye dönmüştü. Okulda neredeyse her gün kavga oluyordu. Okulda solcular, yani biz ağırlıktaydık. MC Hükümeti işbaşındaydı ve sağcılar okulu düşürmek için polislerle gelip olay çıkartıyordu, sonra da polis bizi dövüyordu. Bu kadar çabaya okul düşmedi ama elebaşı diye aralarında benim de bulunduğum 4 kişiyi sürgüne yolladılar. Bu da yetmedi okulu düşürmelerine. Okulumuz, erken politize olmuş sol görüş ağırlıklı bir okuldu. 20–25 sağ görüşlü öğrenci için 2 bin öğrenciyi feda ettiler. Sağın, solun da ötesinde bir devletin böylesine tavır içerisine girmesi çok korkunç bir durum. Her şeyden önce eğitimi engelliyorsunuz.

Son kitabınız “Sultanı Öldürmek”in ilk sayfasında, “Karanlık güçlerce 1978 yılında Gaziantep’te öldürülen edebiyat öğretmenim Mehmet Savaş İslam’ın aziz anısına” notu var. Kitabı, edebiyat öğretmeninize ithaf etmişsiniz. Kimdi Mehmet Savaş İslam?
Mehmet Savaş İslam, belirttiğim gibi bizim edebiyat hocamızdı, kompozisyon dersimize de giriyordu aynı zamanda. Yazdığım kompozisyonlarda bana hep 7 verirdi. 8 değil, 5 de değil, hep 7! O zamanlar 16 yaşındayım. Hocamı iyi, esmer bir insan olarak hatırlıyorum. Bir gün öldürdüler onu. Kötü bir insan değildi, kimseye her hangi bir zararı olmasının imkânı yoktu. Bir düşünceye inanıyordu sadece. Elinde silah olan, başı çeken bir adam da değildi. Öldüğünde eşi hamileydi. Antep’e son gittiğimde, bu ithaftan dolayı gelip beni ziyaret ettiler. Tabii o çocuk şimdi genç bir delikanlı olmuş. Ben bu insanın isminin kaybolmasına razı olamazdım. Bir bakıma bugünlerin altyapısını o hazırladı, bir vefa borcum vardı. O kadar çok öğretmen öldürüldü ki, hepsi birer sayı olarak algılanıyor şimdi. Onlar birer sayı değil, insandı. Bunu hatırlatmaktı amacım.

Yazmaya yönelmeniz, bildiğim kadarıyla K. Yalçın takma adıyla yazdığınız bir rapor üzerine oldu. Bu süreçten bahsedebilir misiniz?
Evet, yazmaya yönelmem bir eylem sonucunda oldu. Bugün bile başımıza bela olan 82 Anayasası’nı halk oylamasına sunmuşlardı. Oylama beyaz ve mavi kartlarla yapılıyordu ama mavi adını söylemek bile insanı korkutuyordu. Çünkü suçtu hayır demek. Kenan Evren de şimdiki gibi aciz bir ihtiyar değildi, eli kanlı bir diktatör olarak her akşam televizyonlara çıkıp insanları tehdit ediyordu. “Evet oyu verin, hayır oyu verenler ülkeye zarar verecekler, bunlar komünistler, ülkeyi bölecekler” gibi laflar söylüyordu, insanlar da korkuyordu. Biz de gençtik, biz de tabii ki korkuyorduk ama bir şeyler yapmak gerekir diye düşünüyor ve duvarlara afişler yapıştırıyorduk. O afişleri yapıştırırken bir arkadaşımız tutuklandı. Onunla ilgili, bizim örgüt benden bir rapor yazmamı istedi. Ben o raporu yazarken bir öykü yazmışım. Bilinçli bir şekilde değildi. Aslında önce rapor yazacaktım ama demek ki çok duygusalız. O öykü, 40 ayrı dilde basılan bir dergide yayınlandı. Devrimci dediğimiz şey de zaten duygusallıktı. 15 yaşındaki bir çocuğun, hiçbir şey okumadan devrimci olması yalnızca duygusallıkla açıklanır. İşte Rapor 40 dilde yayınlandı ve ben 22 yaşındaydım… Her şey böyle başladı.

ROMANLARININ EN KALENDER KAHRAMANI; BAŞKOMİSER NEVZAT

Daha önceleri böyle bir şeyin hayalini kurmuş muydunuz? Yazar aklınızda olan bir şey miydi?
Daha önce yazar olmanın hayalini hiç kurmamıştım, aklımın ucundan bile geçmemişti. Benim kendi başıma bir idealim yoktu. Bizim için ideal, hep beraber düşünülecek bir şeydi. Mesleki olarak da özel bir şey düşünmemiştim. Bireysel bir kurtuluş yoktu, kurtuluş hep beraberdi. Che, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi insanlar ya da kendini halka adamış olan diğerleri, bizim için kahramanlardı, rol modellerimizdi. Onlar da üniversitede okuyorlardı ancak hiçbirinin avukat, bankacı olmak gibi bir ideali yoktu. Ben de kamu yönetimini de siyaset ile uğraştığım için seçtim.

Romanlarınıza gelecek olursak… Başkomiser Nevzat karakterinin, romanlarınızda çok önemli bir yeri var. Hatta bazı hikâyeler, onsuz yarım kalıyor bile diyebilirim. Bu karakter nasıl ortaya çıktı?
Başkomiser Nevzat karakteri, başlangıçta üzerinde çok düşünülmüş bir karakter değildi. Sanırım 1998 yılıydı ve benim henüz 2 polisiye romanım yayınlanmıştı. Genel yayın yönetmenliğini bir polisiye meraklısı olan Okay Gönensin’in yaptığı Yeni Yüzyıl adında bir gazete çıkıyordu. Bir gün bana “Amerika, Avrupa’da gazetelerin hafta sonu eklerinde polisiye romanlar tefrika edilir, biz neden yapmayalım” dedi. İnsanlar unutur, bir romanı tefrika halinde yazmak hoş olmayabilir diye düşündüm. O yüzden “başlayıp biten bir hikâye yazalım, insanlar gazetesini açtığı zaman okusun ve bitsin” dedim. Kolayca benimsenecek bir karakter bulmak istiyordum ve Başkomiser Nevzat karakteri oluştu. Karakteri yaratırken de 12 Eylül öncesi suikast sonucu öldürülen Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’dan ve iki sinema karakterinden esinlendim. Bunlardan biri, Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul filminde Sadri Alışık’ın oynadığı Haşmet İbriktaroğlu karakteri. Bu karakter, eski zengin İstanbul’un iyi bir ailesinin oğluyken, sonra yoksul düşmüş ama bütün yoksulluğuna rağmen efendiliğinden asla ödün vermeyen biridir. Ve tabii ki Yavuz Turgul’un Muhsin Bey’i. Başkomiser Nevzat’ı yaratırken, bu 3 karakteri birleştirdim. Üzerinde çalıştığım yeni romanımda da Nevzat olacak.

Bir romanın ortaya çıkış süreci nasıldır? Keyifli midir, yoksa sancılı bir süreç midir?
Kesinlikle keyifli bir süreç olarak tarif ederim. Zorlukları ve sancıları elbette var ama benim için her roman yeni bir şeylerin keşfi. Sultanı Öldürmek’te Fatih dönemine yolculuk yaptım, İstanbul Hatırası’nda İstanbul’a, Bab-ı Esrar’da Mevlana’yı tanıdım. Elbette ki yoğun bir okuma sürecinden geçiyorum. Şu anda da çalışma ortamım kitap dolu, yeni romanımızın kitapları… Bu kez Osmanlı’nın son dönemini anlatıyorum. Bu anlamda da çok zevkli, gezilmesi gerekirse gereken yerlerin hepsini geziyoruz. Sultan’ı Öldürmek için Fatih’in doğduğu yere, Edirne’ye gittik. Sultan Murat’ın öldüğü Bursa’ya gittik, İstanbul’da sarayları gezdik. Bir yıl boyunca okuma ve araştırma süreci oluyor. Ardından ilk cümlenin yazılması ile başlayan ve bitene kadar devam eden ikinci aşama, roman 2 yılda ortaya çıkıyor.

En rahat nerede çalışıyorsunuz?
Evde ve ofiste çalışıyorum.  Başta bu ofiste başlıyor her şey, sonra evde devam edebiliyor. Sonuçta bilgisayarın olduğu her yerde yazabiliyorum.  Eşim benim en büyük yardımcım, o da bu sürece dahil oluyor.

Son romanınızı okuyan okurlarınız bilirler, Tahir Hakkı’nın fetih gezileri ile belki kıyaslanamaz ama sizin de kitap gezilerinizin çok güzel olduğunu biliyoruz. En son İstanbul Hatırası için yapmıştınız, Sultanı Öldürmek için de benzer geziler yapacak mısınız?
Aslında Sultanı Öldürmek için de kitap gezisi yaptık. Bu tip talepler daha çok belediyelerden geliyor ama 500–600 kişinin katıldığı bu geziler yorucu çok oluyor.

OKUYUCU ELİNE ALDIĞINDA KİTAP BENİM OLMAKTAN ÇIKIYOR

Gerçekten de çok sadık bir okuyucu kitlesine sahipsiniz. İmza günleri, geziler ya da söyleşilerde onlarla bolca vakit geçiriyorsunuz. Bu paylaşımlar size ne hissettiriyor?
Okuyucularımla yakın ilişki içerisinde olmayı gerçekten de seviyorum. Bu çok motive edici bir şey… Yazıyoruz,  demek ki yazdıklarımızın bir karşılığı varmış duygusu oluşuyor insanda. Okuyuculardan uyarılar da geliyor. O uyarılar benim görmediğim veya kaçırdığım noktalarda yönlendirici olabiliyor. Bazen saçma şeyler de geliyor ama bunların hepsi faydalı, çünkü kitap, okuyan herkesin kitabı oluyor bir noktadan sonra. Okuyucu eline aldığı zaman, artık benim değil, onun kitabı ve her şeyi söyleme hakkına sahip. Okurlarla ilişkimden çok memnunum. Çok iyi ve samimi geri dönüşler alıyorum bu anlamda. Kendi alanlarında çok değerli, güzel şeyler yazan ve benim de zevkle okuduğum çok büyük yazarlarımız var. İyi yazıp yazmadığım tartışılabilir elbette ama Türkiye’de bu türü benim gibi yazan; polisiyeyi, psikoloji ve tarihle harmanlayan başka yazar yok. Benim yazdığım kitaplar okurlara ilginç geliyor. Bir yandan polisiye bir hikâye, bir yandan tarih, okurlarda ilginç bir durum oluşturuyor. O yüzden de çok ilgi gösteriyorlar ve ben de açıkçası bu ilgiden çok memnunum.


Birçok insan bu anlamda sizin kitaplarınızdan besleniyor. Peki, Ahmet Ümit kimlerden besleniyor?
Yaşar Kemal, Selim İleri, Adalet Ağaoğlu, İhsan Oktay Anar gibi yazarlar beni çok etkiliyor. Bütün yazarları okurum. Murathan Mungan, Küçük İskender gibi şairleri okurum. Benim yaşıtım olan Ayfer Tunç, Yekta Kopan, Orhan Pamuk okurum. Bu yazarların bütün yeni çıkan kitaplarını alıyorum, okumasam da mutlaka göz atıyorum.

İSTANBUL HATIRASI, YAKINDA BEYAZPERDEDE

Şu anda en çok hangi romanınızın sinemaya uyarlanmasını istiyorsunuz?
En çok İstanbul Hatırası’nın sinemaya uyarlanmasını isterim. Aslında yakın bir dönemde netleşecek, ANS Yapım’dan Abdullah Oğuz ile görüşüyoruz. Bir terslik olmazsa sonbahar gibi çekmeyi düşünüyorlar ama yetişir mi bilmiyorum.
Bunu şunun için söylüyorum, daha önce de birçok romanımın haklarını verdim ancak Türkiye’de Hollywood gibi bir film endüstrisi olmadığı için, bu süre uzun oluyor. Türkiye’de film çekmek çok zor, açıkçası insanlar kahramanlık yapıyor. Sinema izleyicisinin sayısı da oldukça düştü. İnanılmaz zor bir iş, o yüzden film işine girenlere çok saygı duyuyorum.

Kendi deyiminizle Turgut Yasalar’ın Sis ve Gece uyarlaması, kitaplarınızdan beyazperdeye en başarılı uyarlamaydı. Ardından 23 Mart’ta da aslında bizzat uyarlamak istediğiniz Bir Sis Böler Geceyi gösterime girdi. Bu filmler hakkında neler söylemek istersiniz?
Sis ve geceyi beğeniyorum. Teknik olarak elbette sorunları olabilir ama namuslu bir filmdi. İnsanlar iyi niyetle film yapmaya çalıştılar. Ben olaya biraz da o gözle bakıyorum. Turgut bunu aşk filmi ağırlıklı çekti, 15 yıl sonra başkası politik bir film olarak çekebilir. Ben bu meselelere sıcak bakıyorum.

Senaryosunu bilfiil kendinizin yazdığı bir iş yapmayı düşünüyor musunuz televizyona? Hele de polisiye dizilerin izlenmeye başladığı şu dönemde?
Televizyonu çok fazla düşünmüyorum. Kadir İnanır ile bir şeyler yapacaktık ama olmadı. Çok büyük bir emek sömürüsü var televizyonda, haftada 125 sayfa yazı yazmanız lazım. Bundan iyi bir şey çıkma ihtimali de çok zayıf. İkincisi, zaten televizyona yapılan işler, suya yazılan yazılar gibi. Sadece şöyle bir şey olabilir; Başkomiser Nevzat’ın olduğu, 13 bölümlük ve benim 6 ay öncesinden çalışmaya başladığım, senaryolarını hazırladığım bir şey yapabilirim. Fakat Türkiye’deki televizyon yapısı ve çalışma tarzı buna çok müsait değil. Bu televizyonlara çok pahalı geliyor. İmkânsız değil, tabi ki yapılabilir ama zor. Şu aşamada film daha sıcak geliyor.

Yazdığınız en unutamadığınız cümle hangisi?
Kukla’daki, “Yaşam kaybetmeyi öğrenme sanatıdır” en unutamadığım cümle.

Okumak ve yazmak dışında kalan zamanlarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Film izlemeye bayılırım. Yürüyüş yapmaktan, gezmekten büyük keyif alırım, şehirleri dolaşmayı çok seviyorum. Ayrıca ailemle ve arkadaşlarımla vakit geçirmeyi çok severim. İçki sofralarını da çok seviyorum ama artık biraz dikkat ediyorum, malum yaş 52 oldu, ancak haftada bir kere bunu yapabiliyoruz. Asıl mesele hayatı doğru, güzel ve tadında yaşamak. Sağlığımız elverdiği, şans yüzümüze güldüğü sürece de yapmaya çalıştığımız bu.

Favori yazarlarınız, filmleriniz, yönetmenleriniz hangileri?
Beni en çok etkileyen film, Seven’dı. En beğendiğim yazar da muhtemelen Dostoyevski. Ruh halime göre bazen Shakespeare, bazen Marquez olarak değişiyor. Şair olarak Nazım Hikmet ve Edip Cansever diyebilirim. En sevdiğim yönetmen ise kesinlikle Kubrick. Bizden de çok büyük yönetmenler var, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Atıf Yılmaz, Ömer Lütfü Akad, Yavuz Turgul gibi.



Özel röportaj: Nigar Özafacan - Temmuz 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder