21 Ağustos 2012 Salı

TÜRK ŞİİRİNİN BÜYÜK SAATİ; TURGUT UYAR


“Ben bir gün giderim ki neyim kalır?
Eksik bıraktığım her şeyim kalır.”


Şiirde İkinci Yeni’nin üç atlısından biri, Ece Ayhan’ın deyimiyle “logaritmik şiirlerin şairi”… Okuyan birçok insanın, şairim demekten utandığı şiirler, okuyanı hapseden dizeler… Turgut Uyar’ın şiiri böyledir, dizelere mahkum eder. Dua gibi gelir bazen, insanın içini ısıtır. Sonra, içindeki hüznü açığa çıkarır. Bir aşkı haykırmak için birebirdir bazen… Bazen için için ağlatır. Bazen de coşkuyu anlatmanın en güzel yoludur, mutlu eder insanı. Bazen yazdır; sofralar, mezeler… Bazen de kıştır; uçsuz bucaksız bir hüzün…



Türk şiirinin “büyük saat”i Turgut Uyar, 1927 yılında Ankara’da doğar. Ölümü ise yine bir ağustos gününe denk düşer, 22 Ağustos 1985. Babası subaydır, bir harita binbaşısı. O da babasının izinden gitmek ister. 1946’da Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ni, 1947’de Askeri Memurlar Okulu’nu bitirir. Fakat hiçbir zaman mutlu olmaz yatılı askeri okullarda. Bu mutsuzluğunu ileride şöyle anlatır; “Asker okullarında hiç mutlu olmadım. Genellikle yatılı okullarda mutlu olan çocuk yoktur sanıyorum. Başkalarının, hatta somut başkalarının değil de hiç kavrayamadığım bir otoritenin belirlediği ve çoğu zaman saçma bulduğumuz şeyler yaşamak...” Mutsuz da olsa, yurdun çeşitli yerlerinde subay olarak görev yapar bir süre. Ama bir türlü “asker” olamaz ya da kendini öyle hissedemez. Karakteri bu mesleğe pek uygun değildir, yıllar sonra “Ben severim omuzlarımı bir gün / sırmaları, apoletleri olmasa da” diyecektir.

İlk şiiri, 1947’de Yedigün dergisinde yayımlanır. Fakat önemsemez fazla, kendisiyle inatlaşır, çünkü daha iyisini yapabileceğini düşünür hep. 18 yaşında, ailesi tarafından komşu kızı Yezdan Hanım ile evlendirilir. İlk çocukları Semiramis İstanbul’da, ikincisi Tunga Terme’de, son çocukları Şeyda ise Posof’ta doğar. 1958 yılında ordudan istifa eder. Böylelikle edebiyat çalışmalarına daha fazla ağırlık verebilecektir. Öyle de olur, SEKA’nın Ankara bürosunda çalışmaya başladığında, odası edebiyatçılarla doludur; Cemal Süreyya, Nurullah Ataç, Muzaffer Erdost, hatta dönemin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit. Tek konu ise şiirdir. 60’lı yılların başında eşi Yezdan Hanım’dan boşanır. 1966 yılında, gönlünü, edebiyat yaşamının en önemli evresine tanıklık edecek ve 18 yıl birlikte olacakları, öykü yazarı Tomris Gedik’e kaptırır gönlünü. 1969 yılında evlenirler ve bir oğulları olur. Yalnızca aşk ya da meslektaş ilişkisi yoktur aralarında Tomris Uyar ile. O, bir süre sonra Turgut Uyar’ın gözü olur. Çünkü epeyce asosyal, içine kapanık bir kişilik olan Turgut Uyar’ı, edebiyat çevresine bağlayan tek kişi karısıdır. Ve bir de Edip Cansever, Turgut Uyar’ın ölümüne dek süren eşsiz bir dostluk örneği.

Turgut Uyar, 70’li yılların sonunda ciddi sağlık problemleriyle baş etmek zorunda kalır. Kolunda ve kalçasında oluşan ciddi kırıklar, onu yaşamdan büsbütün uzaklaştırarak eve kapatır. Bu süreçteki en büyük destekçileri yine eşi ve Edip Cansever’dir. Tomris Uyar, eşinin hastalığını biliyordur, bu bir kırığın çok daha ötesinde bir problemdir; “accident prone” (kazaya yatkınlık). Bu tip kişiler, yüzleşmek istemedikleri bir sorunla karşılaştıklarında ya da daha iyi bir şey üretemediklerinde bilinçsiz olarak bir yerlerini kırıyorlardır.1984 yılında ise artık sona yaklaşılıyordur. Turgut Uyar, siroz olduğunu biliyor, fakat tedaviyi reddediyor, neredeyse ölümü arzuluyordur. Ölmeyi de yaşamanın bir parçası olarak gören şair Turgut Uyar, 1985 yılında ölümsüzlüğe kavuşur. Öldüğünde arkasında yarım kalan hiçbir şiir bırakmaz. Tamamlayarak daktiloya geçirmediği tüm şiirlerinin yok edilmesini vasiyet etmiştir. Tomris Uyar’ın kaleminden dökülen şu dizeler, özetler herşeyi; “Turgut Uyar'la on sekiz yıl hemen her gün şiir ve edebiyat konuşan biri olarak, şunu söylemek isterim: O, uzun süren susma dönemlerinden korkmayan, hele şiirin ayağa düştüğü dönemlerde susmayı, köşesine çekilip yeni bir şiirin nasıl yaratılması gerektiğini düşünen, okurunca verimli sayılmamayı bile önemsemeyen bir şiir yazıcısıdır. Daha da önemlisi, şiirimizde eşine çok az rastlanan şakacı bilgelerdendir. Ama bence en önemlisi, cinsellikle aşkı birbirinden hiç ayırmamasıdır baştan beri. Usul ve atak, hüzünlü ve savaşkandır. Bir dostun deyişiyle, ‘ölümünü düpedüz görmüş bir Japon mühendisi gibi, bilgiç ve bağışlayıcı / üzgün ve tenha’dır. ‘Onu hep hırçın olmayan, gevşek olmayan, kül yutmayan, ne yapmak istediğini çok iyi bilen ve çok iyi yapan, sessiz / hoşgörüsüz, sevecen, hoşgörülü, ciddi ve güzel, engin bir insan olarak düşüneceğim,’ diyor aynı dost. Ben de…”

“Şiir bir sanat olayı değildir, her şeyden önce bir yaşama çabasıdır”


Yazmaya çok genç yaşlarda başlayan Turgut Uyar’ın şiirlerinin birçoğunun teması, aşk ve ölüm üzerinedir. Üslubu ise acemiliktir. Başlangıçtaki acemi hali zamanla üslup olarak kalır üzerinde. Zamanın eleştirmenlerinden Nurullah Ataç, şairin 1952 yılında yayımladığı ilk kitabı için yazdığı önsözde, bu acemilik meselesine değinerek, “Bilmem yanılıyor muyum Turgut Uyar’ı iyi bir şair saymakla? Hiç sanmıyorum. Ne olursa olsun, onun için atıyorum zarımı. Yeni yetişen bir şair için acemilik kötü bir şey midir? Başkalarına uymayıp da kendi yolunu aradığını göstermez mi? O acemiliği için de sevdim Turgut Uyar’ın şiirini” der. Turgut Uyar da gittikçe üzerinde durur bu acemilik meselesinin; “Hâlbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız, yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız. Gelin böyle yapın demiyorum. Durduğum yerde kalmaktan korkuyorum. Şiir bir sanat olayı değildir. Bir yaşama çabasıdır önce. Yaşadığımıza tanıklık eder. Her gün yeni bir dünya içinde, her gün yeniden ve başka etkilerle duygulanan insan, her gün bunları yeni biçimlerle söylemelidir.” (1956)

Her şiir yontulmayı bekleyen bir taştır Turgut Uyar için. Her yazdığı şiirin sonunda, daha iyisini yazabileceğini düşünür. “Belki de ustalık budur, her zaman acemi olmayı bilmek” diyecek kadar alçakgönüllüdür.

aşkım da değişebilir gerçeklerim de
pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı 
yan gelmişim diz boyu sulara 
hepinize iyi niyetle gülümsüyorum hiçbirinizle dövüşemem 
siz ne derseniz deyiniz 
benim bir gizli bildiğim var 
sizin alınız al inandım 
sizin morunuz mor inandım 
ben tam kendime göre 
ben tam dünyaya göre 
ama sizin adınız ne? 
benim dengemi bozmayınız 
mutsuzluktan söz etmek istiyorum 
dikey ve yatay mutsuzluktan 
mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun 
sevgim acıyor 
eylül toparlandı gitti işte 
ekim filan da gider bu gidişle 
tarihe gömülen koca koca atlar 
tarihe gömülür o kadar

İkinci Yeni’nin üç atlısından biri dedik Turgut Uyar için. Diğerleri de Edip Cansever ve Cemal Süreya’dır. Ve Turgut Uyar’ın şiirlerini en iyi Cemal Süreya anlatır. Başka söze gerek yok. "Şöyle deyince daha çok yaklaşıyorum onun şiirine: Turgut Uyar, özellikle son yıllarda büyük bir şiirin ortasını yazıyor. Büyük bir gövdedir onun şiiri. Kımıldadıkça kendine benzeyen yeni gövdeler hazırlar, çoğaltır. Bir anıttan çok bir dirim belirtisidir. Bu yüzden kolay kolay tanımlamaya gelmez, görülür, tanık olunur. Blok halinde bir izlenimler bütünüyle gireriz ona. Şiirsel işlevini bütünüyle ve sürekli bir şekilde hareket ederek sürdürür. Tek tek şiirleri yok, şiiri vardır. Bölerek parça parça düşünmek, silahsızlandırmaktır onu biraz. Parça parça en güzel şeyleri söylediği halde böyle konuşuyorum. Asıl Turgut Uyar, daha yukarı bir kesimden sonra başlar. Ayrıntılar ayrıntı olarak değil, bütünün küçük organları olarak önem kazanırlar. Tekrarlar, yığıntılar o bütüne göre anlamlanırlar. Tarih içinde değil, küçük olayların öyküsü, daha doğrusu o olayların ‘ben’le ilişkisinden doğan mitoloji içindedir. ‘Ben’ kendisiyle samimi ilişkiler kurmuştur. Bu da, dünyayı ilkel çizgileriyle kabul etmekten çıkıyor galiba. İnsan doğar ve kendi gerçeklerini yaratmaya başlar. Ama tek insan için bunlar veriler yığınından başka bir şey değildir. Turgut Uyar’da cinsel istek, eşyaya damgasını basmıştır. Cinsel isteği saf ve aptal odalardan çıkararak şehrin gürültüsünden geçirir. Şehir, fetişleridir. Şiirin altında ayrı bir akıntı vardır: Yaşamayı sevmek, insanın haklı çıkası. O bütün bu verileri kucaklar, sayar, köşelere diker. Büyük bir hoşlanma duygusuyla kamaşıktır, ürkek yürek bütün geçmişi kabullenmektir. Duyarlık, yüreğinde de omuriliğinde de aynı hızla yükselir.”

Nigar Özafacan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder