20 Ekim 2012 Cumartesi

Köy Enstitüleri için yapılan görev filmi TOPRAĞIN ÇOCUKLARI


Köy enstitülü bir dedenin torunu yönetmen, köy enstitülü bir babanın oğlu yapımcı, eğitim gönüllüsü bir başrol oyuncusu… Toprağın Çocukları isimli bir film, köy enstitülerinden miras bir dayanışma ve imeceyle çekilen, son dönemin başarılı filmlerinden biri. Ali Adnan Özgür’ün yönetmenliğinde çekilen filme en büyük desteği koyanlardan biri de Erkan Can. Bu iki ismin yanına, başrol oyuncularından Bahtiyar Engin’i de katarak, köy enstitülerinin Türkiye’de bıraktığı izleri ve bu izleri anlatan filmlerini konuştuk.


Başrollerini Erkan Can, Bahtiyar Engin, Türkü Turan ve Ufuk Bayraktarın paylaştığı Toprağın Çocukları filmi, köy enstitüleri üzerindeki baskıların yaygınlaştığı yıllarda, Anadolu’nun ortasında, sadece daha iyi bir eğitim almak ve öğretmen olmak için çırpınan gençlerin çabalarını ve baskılara karşı direnmelerini anlatıyor. Filmin kahramanları, Türkiye’nin yakın tarihinde yer alan Köy Enstitüleri meselesinin gündeme yeniden gelmesi ve tartışılması amacını taşıdıklarını söylerken, bir görev filmi olarak niteledikleri filmlerini anlatırken gözlerinin içi gülüyor.

Siz böyle bir konuyu ele aldınız ama yakın tarihimize böylesine büyük önemi olan bir konunun işlenmesi için neden bu kadar uzun bir zamanın geçmesi beklendi?
Erkan Can: Bunun sebebini bilmiyoruz. Belki konuşuldu ama bu fikir hayata geçirilemedi, sonra da bizim aklımıza geldi. Daha doğrusu bu Adnan’ın projesiydi. Belki aslını düşünenler olabilir ama biz hiçbir ticari kaygı gütmeden bu işi yaptık. Sonuçta benim babam köy enstitülü, Adnan’ın dedesi… Bu bir vefa borcudur dedik, kolları sıvadık.

Bahtiyar Engin: Aslında bunun nedenleri belli. Olup bitenlere baktığınız zaman, üzerine de cumhuriyet tarihinin 80 yılını koyarsanız, sosyolojik nedenlerini bulursunuz. Bir kere böyle bir konuya eğilmek için eğitimci bir aileden gelmek lazım; Erkan’ın babası köy enstitüsü mezunu, Adnan’ın dedesi… Ben de eğitim fakültesi mezunuyum. Yani bunun aklınıza gelmesi için, eğitime dair bir derdinizin olması lazım. Köy enstitülerinin durumu “sakıncalı piyade” olmuş bir dönem. Bizden önce de insanlar böyle bir film çekmeyi kesin düşünmüşlerdir ama hep onları tutan, engelleyen bir durum olmuştur. Burada filmimizdeki fark, açık söylemek gerekirse Erkan Can farkı! Erkan Can bunu yapıyoruz dedi, biz de düştük peşine… Adnan da büyük çaba gösterdi.

KÖY ENSTİTÜLERİNİN KAPANMASININ FAİLİ MEÇHUL

Yıllarca imam hatip okullarının kapatılması tartışıldı. Peki, bugün bile pek çoğumuzun özlemini duyduğu bir sistem olan Köy Enstitüleri neden kapatıldı sizce?
B.E.: Her ikisi de kapanmamalıydı. Bu ülkenin imama da ihtiyacı var, köy enstitüsü mezunu bir aydına da… Hepsinin olması gerekir, fakat orada enstitüleri kimin kapattığı biraz da faili meçhul ya, sıkıntı oradan kaynaklanıyor. İnönü mü, Menderes mi kapattı, kimse üzerine almıyor. Biz faili bilmiyoruz, hiçbir zaman da bulamayacağız! O dönem diyorlar ki, “Sizin o mezun ettiğiniz çocuklar, köylere gidiyorlar, her biri kendini birer Mustafa Kemal zannediyor!” Hasan Âli Yücel de diyor ki, “Temenni ederim ki, her biri birer Mustafa Kemal olsun!” Burada Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un durumları çok net. Kapatma nedenleri olarak komünizm ile suçluyorlar. Bir başka şikayet daha var, diyorlar ki, “siz köylüyü elektrik, su, yol ister hale getirdiniz, bunları isteyerek yakamıza yapışıyorlar.”

Ali Adnan Özgür: 1945’te dünya savaşı bitiyor ve ardından derhal köy enstitülerinin programı değiştiriliyor. Belki de o savaş 5 sene daha sürmüş olsaydı, bizim ağalar da o kadar bu durumdan rahatsız olmayacaklardı. Türk insanının köy enstitüleri ile ilgili meselesi, ne yazık ki dünya insanının bu işe karışmasıyla başlıyor. 1944-45’lerde köy enstitülerini ziyarete gelmeye başlıyorlar, ardından da 1946’da bütün programı değiştiriliyor.

KAPANMASAYDI MOLİERE KONSERVE KUTUSU SANILMAZDI

Köy enstitüleri kapatılmamış olsaydı, hala o mucize devam ediyor olsaydı, bugün nasıl bir ülkede yaşıyor olurduk?
A.A.Ö.: Köy enstitüleri meselesinde çocuklar kendi okullarını yapıyorlar ve o nedenle de orayı seviyorlar. Orada emekleri var. Bu çocuklar okullarını kendi yaptıkları, oraları kendirli kazandıkları için sahip çıktılar. Biz bugün okullarımızı sevmeden mezun oluyoruz. Hatta üniversiteye gidenler için, ben okula hiç gitmeden mezun oldum demek övünç kaynağı. Ama eskiden okullar insanların mutlu oldukları yerlerdi. Şu anda sokaktan geçen herkesin kitap okuduğunu düşünün. Maç izlerken birbirlerini öldürmediklerini, sinema filmi izleyip ardından toplu halde bunları tartıştıklarını, tiyatro izlediklerini, Moliere’i konserve markası zannetmeyip herkesin bildiğini bir ülkede yaşadığınızı düşünün. Bugün yaşam tarzlarına özendiğimiz Avrupalı medeniyetlerin üzerinde olacağımız kesindi. İnanın bana sadece Türkiye değil, komşu ülkeler de daha iyi şartlarda olurdu. Kesinlikle bir terör meselesinden bahsedemezdik. Çünkü insanların birbirlerini sevdikleri bir toplumda terör olmaz.

E.C.: Hak, hukuk, adalet kavramları vardı o yıllarda. Mesela babam, ağabeyime gençken bir iş bulmuş, oduncu bir tanıdığının yanına yerleştirmişti. Birkaç gün sonra gelip babama dedi ki, bu adam odunları ıslak tartıyor, kantarda hile yapıyor. Babam hiç düşünmedi, hemen işi bırak dedi. Çünkü böyle ahlakta insanlar yetiştiriyorlardı. Sonuçta, enstitüler yaşasaydı tabii ki her şey bambaşka olurdu.

İmam hatip okulları ile köy enstitülerinin, bu mesele her gündeme geldiğinde karşılaştırılmasını nasıl buluyorsunuz?
B.E.: Ben bu kapıştırmayı hiç doğru bulmuyorum. Örnekse ben ortaokulu imam hatipte bitirdim, bugün İstanbul Halk Tiyatrosu’nda tiyatro yapıyorum ve köy enstitüsü filmi çekiyorum. Sorunlarımızla yüzleşirken böyle klişe birkaç cümlenin altına sığınmamalıyız. Birine köy enstitüleri, diğerine de imam hatip başlığı atıp, o iki kavramı birbiri ile kapıştırıp, başka bir ayrımcılığa sebep olmamak gerekir. İmam hatiplerin baştan kuruluşu yanlıştı. İmamlık, bir meslektir, tıpkı tornacılık gibi, marangozluk gibi teknik bir meslektir. Yani imamlar ve köy enstitülüler diye bir karşıtlık yok. Onlar o dönemde muhteşem bir birliktelik ile köyü kalkındırmışlar.

Erkan Bey, babanız Cafer Bey köy enstitüsü mezunuydu ve Anadolu’nun birçok yerinde öğretmenlik yaptı. Köy enstitülü bir babanın oğlu olmanın, yaşamınıza nasıl etkileri oldu? Nasıl bir babaydı?

E.C.: Babam biraz otoriter bir adamdı. Tatlı sertti, hiç sertliğini görmedik. Çocukken biraz haylazdım ama babam bana çok güvenirdi. Ben ne istiyorsam onu yaptım. Görevler verirdi, yapılmadığı zaman bana sadece bakardı, tavır koyardı ve bakışı bile yeterdi, cevap veremezdik. Babam çok düzenli, prensipli, kuralları olan ama bu kuralları sert değil, müşfik, insancıl, sevecen, iyi kalpli biriydi. Herkes babası için öyle söyler ama babamın arkadaşları ve akrabalarımız babam ölünce çok yalnız kaldılar. Çünkü bütün herkesin işine babam koşardı. Cenazesine, hastalığına… Mesela babam çok iyi hasta bakardı. Evden biri ya da akrabalardan biri hastalandığı zaman gece gündüz uyumaz, sürekli kontrol ederdi. Aslında bütün enstitü mezunları biraz da sağlık memuruydu. Mesela babam, kuşpalazı tedavisini anlatırdı. Boğaz şişer ya, hava alsın diye gırtlağı delmekten bahsederdi o dönemde.

ÖĞRETMEN DEDE, İLK MAAŞIYLA TRAKTÖR ALMIŞ

Adnan Bey sizin dedenize dair anılarınız neler?
A.A.Ö.: Ben Erkan Ağabey kadar yakın değilim o anıların çoğuna. Benimkiler daha romantik anılar. Ben dedemin emekliliğinden itibaren tanığım. Ama dedemin farklı bir adam olduğunu biliyorum. Fotoğraf çekmeyi bilen, sabah yaptığı ilk iş gazete okumak olan, kahveye gidip kağıt oynamayan, bizim köydeki en güzel evlerden bir tanesinde oturan, evini kendisi yapan, çok çalışkan, kamyonuna traktörüne kadar her şeyi olan bir adamdan bahsediyoruz. Benim dedem köyün ileri gelenlerindendir. Arka arkaya dört defa muhtarlığa adaylığını koymuş, seçilememiş bir adam diğer taraftan da. Hocam derler ama oy vermezler böyle adamlara.

B.E.: Adnan’ın dedesi öğretmen oluyor kendi köyüne gönderiliyor, ilk maaşı ile bir traktör satın alıyor ve o traktörle köylüden hiç para almadan, köylünün tarlasını ücretsiz sürüyor. O insanlar öyle işte! Bugün hangi öğretmen bunu yapar?

Köy enstitüleri meselesinin bugün yeterince tartışıldığını düşünüyor musunuz? Bu yeniden uygulanabilir, günümüze uyarlanabilir bir sistem mi?
E.A.: Artık uygulanacağını ya da uygulanabileceğini zannetmiyorum. Zaten bizim eğitim sistemlerimizin hepsi dışarıdan ithaldir. Kafalar karışık, insanlar ne yaptıklarını bilmiyorlar, karmakarışık bir şeyler öğrenmişler, biz de böyle karmakarışık yaşıyoruz. Yani, bir sistemimiz yok! Köy enstitülerinde ise Tonguç’un hazırladığı bir sistem vardı. Doğru ya da yanlış, önemli değil ama bize göre doğruydu. Eleştirilebilir ve yerine daha iyisi yapılabilir diye yaptık biz de bu filmi. Yeniden bir bakılsın istedik. İyi niyetle ve güzellikle yaptık. Köy enstitülerine bütün ülkeler bakıyor, UNICEF’in koruması altında. Doğru bir şey olmasaydı, koruma altına alınmazdı. Sonuçta bunu emperyalist ülkeler yok etti, şimdi bazı bölümlerini dünyanın çeşitli yerlerinde kendileri uyguluyorlar.

A.E.: Köy enstitüleri modelinin birebir uygulanması gerekmez ki. Artık köylerde televizyonundan internetine kadar her şey var. Bu noktada tayin sistemini konuşmak lazım. Biz ne yapıyoruz, İzmir’de doğmuş, büyümüş, orada eğitim fakültesini okumuş bir çocuğu, şark hizmetine Hakkari’ye gönderiyoruz ve o çocuk orada bunalıma giriyor ya da alkolik oluyor. Köy enstitüsü mantığında bir kere şu vardı; Kars’taki çocuğu alın, öğretmen yapın, Kars’a geri gönderin. Orada doğdu büyüdü, bütün mayayı biliyor, dolayısıyla orada çok daha faydalı olacak. 



Röportaj: Nigâr Özafacan


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder