Birçoğumuz biliyoruz Nazım Hikmet’in yaşam öyküsünü ama kısaca değinelim yine de. Babası, Hamburg konsolosluğu da yapmış olan Hikmet Bey, annesi Fransızca bilen ve çok güzel resim yapan entelektüel bir kadın olan Polonya kökenli Ayşe Celile Hanım. Böyle bir ortamda büyüyen Nazım da Galatasaray Mektebi Sultanisi’ndeki eğitiminin ardından Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girer. Hamidiye Kruvazörü’nde güverte stajyer subayı iken, sağlık sorunları nedeniyle askerlikten ayrılır. Fakat Anadolu işgal altındadır, bir şeyler yapılmalıdır ve 1921 yılında Mustafa Kemal ve arkadaşlarına gizlice silah ulaştıran bir örgütün yardımıyla İnebolu’ya geçer. Yalnız değildir, dört şair; Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Vâlâ Nureddin ve Nazım birliktedirler. Ankara’ya geçebilmek için Millet Meclisi’nin izni ve yol parasına ihtiyaçları vardır, ancak yalnızca Vâlâ Nureddin ve Nazım Hikmet’e izin çıkar. Meclis tarafından kendilerine verilen ilk görevi yerine getirerek, birlikte “Gençlik” adında bir şiir yazarlar ve tüm gençleri mücadele için Ankara’ya çağırırlar. Ardından da Maarif Vekâleti tarafından Bolu’ya öğretmen olarak atanırlar. Ancak Bolu’daki tutucu çevrelerin baskısından oldukça rahatsız olan bu iki genç şair, dünyayı tanımak ve iyi bir öğrenim görmek istiyorlardır. Batum üzerinden Moskova’ya giderler ve Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (KUTV)’nde eğitim alırlar. Nazım, buradaki eğitiminin ardından Türkiye’ye döner. Aydınlık dergisinde çalışmaya başlar, ancak polis tarafından da izleniyordur. Dergide yayımlanan bir bildiri dolayısıyla gıyabında 15 yıl hüküm giyer, yakalanmamak için yine yurtdışına çıkması gerekecektir. 1926 yılı Cumhuriyet Bayramı’nda çıkarılan afla cezasının kalktığını öğrenince, yurda resmi yollardan dönebilmek için elçiliğe başvurarak pasaport ister. Birçok defa yaptığı başvurulardan yanıt alamadığı gibi, gıyabında yeniden yargılandığını ve 3 ay hapse mahkûm edildiğini öğrenir. Pasaport istediği 1,5 yıl içinde kesin olarak olumsuz yanıt aldığında, ilk kitabı olan “Güneşi İçenleri Türküsü”nü Bakü’de yayımlar.
Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neşemiz sıcak!
kan kadar sıcak
delikanlıların rüyalarında yanan
o "an"
kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak
ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruz
güneşe doğru!
Ölenler
dövüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!
Büyük aşk ve ilk kaçış
Senin adını
kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya, bulunduğum yerde
ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere âlâtı-katıa verilmez),
ne de başı bulutlarda bir çınar.
Belki avluda bir ağaç bulunur ama
gökyüzünü başımın üstünde görmek
bana yasak...
Burası benden başka kaç insanın evidir?
Bilmiyorum.
Ben bir başıma onlardan uzağım,
hep birlikte onlar benden uzak.
Bana kendimden başkasıyla konuşmak
yasak.
Ben de kendi kendimle konuşuyorum.
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi
şarkı söylüyorum karıcığım.
Hem, ne dersin,
o berbat, ayarsız sesim
öyle bir dokunuyor ki içime
yüreğim parçalanıyor.
28 yıl 4 ay; İstanbul, Çankırı, Bursa
Nazım bu arada en verimli çalışmalarını, artık hiçbir yayımlanma umudu olmasalar da cezaevinde üretir; Kuvayi Milliye Destanı, Memleketimden İnsan Manzaraları, Piraye’ye 21 – 22 Şiirleri… 1949 yılında, cezasının 11 yılını tamamlamışken, kamuoyunda Nazım’ın adli bir hatadan dolayı bu kadar sene ceza aldığı fikri yaygınlaşmaya başlar ve yurt içinde ve dışında, birbiri ardında salıverilmesi için kampanyalar yürütülür. Nazım, zaten suçsuz olduğunu biliyordur ve bile bile böyle bir cezaya katlanmak dahi mümkün olmazken, kampanyaların yararlı olmadığını da görünce artık son çare olarak açlık grevine başlar. Greve başlamadan önce, İbrahim Balaban’a bir resmini yaptırmıştır. Grevden sonra eğer hayatta kalırsa, ne kadar kilo kaybettiğini görmek istiyordur. Açlık grevinin yankısı büyük olur, yetkililer dışında herkes Nazım’ın çıkması için büyük bir çaba harcamaya başlar. Gösteriler, imza kampanyaları, bildiriler, yetkililere sürekli olarak yazılan mektuplar… Ancak grevin 12’nci günündedir ve artık Nazım’ın durumu iyice kötüleşmeye başlamıştır. Bu kez mektupların nedeni değişmiştir. Bu kez sevenleri açlık grevine bir son vermesi için Nazım’a mektup yazıyorlardır. 17 günün sonunda, kendisine yazılan mektupları okuyan avukatına grevi sonlandırdığını açıklar. Ancak o kadar kötü durumdadır ki, serbest bırakıldıktan sonra aylarca hastanede yatar. Nazım, cezaevindeki son yıllarında, yeni bir heyecanın pençesindedir. Çok kere aşkı tadan bu adam, yeniden âşık olmuştur dayıkızı Münevver’e. Ancak büyük bir aşkla birbirlerine bağlı oldukları Piraye’den ayrılmış olmak, Nazım’ı derin bunalımlara sürükler. Piraye de araya mesafe koymaya başlamıştır. Nazım, derin bir pişmanlık duyuyor, Piraye diretiyordur. Nazım, bu sıralarda Piraye’ye bir mektubunda şöyle yazar; “Ben istediğim kadar seni inkâra kalkışayım, sen istediğin kadar beni inkâra kalkış. Bir şey var ki onu değiştiremeyiz; Türk dili konuşulduğu sürece, sana yazdığım şiirler okunacak.”
Vatan hasreti, oğul hasreti; Nazım’ın kaderi
Nazım, adının da duyulmasını sağlayan ve Türk şiirinde tartışılmayacak bir soluk getiren şiir anlayışını, Kurtuluş Savaşı’na katılmak amacıyla Anadolu yollarına düştüğünde geliştirir. Öyle şeyler görür ki Anadolu’da, hece ve aruz vezniyle yetinemeyeceği açıktır. Anlatmak istedikleri, kalıplara sığması mümkün olmayacak kadar geniştir. “Anadolu'ya geçtim. Millet sıska, nuhtan kalma silâhı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim ve bütün bunları yazmak gerektiğini sezdim. Şiirle yeni şeylerin, şimdiye kadar söylenmemiş şeylerin ifade edilmesi gerektiğini sezdim. Bu işte önce beni yeni öze göre yeni bir şekil bulmak meselesi ilgilendirdi. İşe kafiyeden başladım. Kafiyeleri mısraların sonunda değil de bir sonda bir başta denedim.” Bu gözlemleri, Kuvâyi Milliye Destanı’nı doğurur yıllar sonra.
Nazım’ın kendi şiirindeki bir başka dönüm noktası ise 1936’da yayımlanan Şeyh Bedrettin Destanı’dır. O zamana kadar tüm biriktirdiklerinin bir sentezi gibidir bu kitap. Modern anlayışın yanı sıra halk şiirinden, divan şiirinden de yararlanmış, heyecan uyandıran bir eser yaratmakla kalmayıp, yepyeni bir sentez oluşturmuştur.
Tüm bu biçim özelliklerinin dışında, Nazım Hikmet’in yazdığı destanlar sıradan insanları anlatır. Kuvâyi Milliye destanında, Kurtuluş Savaşı’nın isimsiz kahramanlarını destanlaştırır. Anadolu yollarında yanlarındaki inekleri de kendileri de incecik, hasta ama yiğit kahramanları, cephane taşıyan kadınları, kendi kurtuluşları için savaşan yerel halkı anlatır. Karayılan’ı, Arhavili İsmail’i, Kambur Kerim’i, Veli oğlu Mehmet’i, Kartallı Kazım’ı, Anadolu kadınlarını, Anadolu köylüsünü anlatır.
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hâkim
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destanımızda yalnızca onların maceraları vardır.
Memleketimden İnsan Manzaraları’ndaysa, 2’nci Meşrutiyet’ten, 2’nci Dünya Savaşı’na kadar geniş bir zaman diliminin öyküsünü yazar. Yine sıradan insanlardır kahramanları. Şiirin dışında roman, öykü ve senaryo tekniklerini de içine alan ve 20 bin mısradan oluşan bu yapıt, Nazım şiirinin doruk noktasıdır.
Ve Şeyh Bedrettin Destanı… Benerci Kendini Nasıl Öldürdü ve Kuvâyi Milliye Destanı ile tamamlanan destanlar üçlemesinin ilk halkası… Bu destanda da Nazım Hikmet, Osmanlı’nın Fetret Devri’nde, o döneme göre çok ütopik bir fikri, demokrasiyi istedikleri için öldürülen Torlak Kemal, Börklüce Mustafa ve Şeyh Bedrettin’i destanlaştırır. Gördüğü bir rüyaya dayandırdığı destan, masalsı bir anlatımla sürer.
Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor.
Vatanından uzak ölenlerin mezarlığı
Nazım öldüğünden beri çok şey değişti ülkemde. Zamanında elini kolunu sallayarak rahatça dolaşamadı belki ama bugün şiirleri dolaşıyor özgürce. O tutkuyla bağlı olduğu anadilinde basılıyor kitapları. Onu vatandaşlıktan çıkaranlar, vatan hasretiyle ölümüne neden olanlar, Nazım hayranı kesiliverdiler ansızın, şiirlerini okudular utanmadan. Bazıları, onu sadece aşk şairi olarak tanıdı, caka satmak ya da sevgililerine birkaç satır okumak için taşıdılar kitaplarını ceplerinde.
Her şeye rağmen gururluyum… Nazım Hikmet ile aynı coğrafyayı, aynı memleketi, Türkçeyi, aşkı, kavgayı ve inancı paylaştığım için… Ve inanıyorum ki, bir gün, çok da uzak olmayan bir zamanda Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülecek Nazım. Başına da bir çınar dikeceğiz, hep birlikte…
Nigar Özafacan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder